Mehmet Aslan
Müzik, ses, tını vs. –IX
Geçmişle ve gelenekle buluşma konusundaki önemli girişimlerden biri de 2003 yılında kurulan Dicle Fırat Kültür Merkezi'ydi. O yıllarda Diyarbakır’ı her ziyaret ettiğimde, okuldan arkadaşım Edip Berk, Dicle-Fırat’ın koordinatörü olduğu için yapılan çalışmalara tanık olma şansı buldum. Dicle-Fırat’ta modern ile klasik arasında adı konmamış bir gerilim vardı. Edip Berk daha çok klasik tarafı temsil ediyor ve dengbejlik faaliyetinin Dicle-Fırat’ta yer alması için çaba harcıyordu. Neticede onun ısrarlarıyla dengbejler için bir oda tahsis edilmiş oldu. Kendi adıma, uzun yıllar sonra ilk kez bir dengbeji yüz yüze dinlemiş oldum. Edip Berk beni, dengbej Xale Seyitxan’la tanıştırdı. “Teli teli” diye bir klam okudu bize. Gençler “teli teli”ye kayıtsız kalmıştı. Koma Amed, Dengê Azadi, Ağirê Jiyan, Koma Dengê Azadi öne çıkan tercihlerdi. Bunda yadırganacak bir şey yok. Doğa kanunları böyle işliyor. Genellikle ilk zamanlar bir refleks gibi “modern” olana yöneliyor insan. Sonra köklerle, geçmişle, klasik olanla bağ kuruluyor. Sonra da müziğin özüne yolculuk başlıyor ve eski-yeni usüller birleşiyor insanda…Bu vesileyle Edip Berk’in dengbejlik geleneğinin canlanması konusunda, tanıklık ettiğim çabalarını da yazmak istedim.
Ve Aram Tigran; müziğin koca çınarı Aram: Başka bir memleket hasreti, başka bir dram... 1915’de Diyarbakır’dan başlayan tehcir hikayesi Qamişlo’ya uzanıyor. Onnik ile neredeyse aynı şeyleri yaşıyor Aram ve aynı hasretle yolu baba ocağına düşüyor. Şöyle diyor Aram:
"Diyarbakır'a gelmek benim yüzyıllık rüyamdı. Hep derdim 'Tanrım, ölmeden anne babamın yaşadığı toprakları görebilecek miyim?' İki yıl önce Yunanistan vatandaşı olduktan sonra ilk olarak Diyarbakır'a geldim. Çok etkilendim ve bir şarkı yazdım. Şarkının bir dörtlüğü şöyle:
'Di xewnên şevan de min bawer nedikir (Rüyalarımda görsem inanmazdım)
Bi çavan bibînim bajarê Diyarbekir (Diyarbakır'ı görebilmeyi)
Rojbaş Diyarbekir me pir bêriya te kir (Günaydın Diyarbakır seni çok özledim)
Te derî li me vekir (Sen kapılarını bana açtın)
Te me şa kir (Bizi çok mutlu ettin)"
Bu satırları yazmak bile benim için çok üzücü oldu. Bu kadar acı, bu kadar eziyet neden? Bu barbarlık, bu nobranlık neden? Ölmek için, topraklarına gömülmek için geldiği şehrinde 75 yaşında bir insana bu hoşgörüsüzlük, bu kin niye?
Diyarbakır’a geldikten sonra annesi ve babasının doğduğu köye giden Aram, duygularını şöyle ifade ediyor:
"O dağlara, ağaçlara, derelere, evlere baktığımda içim titredi. Ağladım. Çok canım acıdı. Babamı annemi, onların yaşadıklarını anımsadım. Çok üzüldüm. 'Biz nasıl bu topraklarda büyüyemedik' diye hayıflandım."
Köklerine dönen bu büyük usta, 2009’da rahatsızlığı nedeniyle tedavi için Diyarbakır’dan Atina’ya götürüldü ve orada vefat etti. Son arzusu Diyarbakır’a gömülmekti. İçişleri Bakanlığı Diyarbakır’a getirilmesine izin vermedi. 1915’in hatırlatılmasından rahatsızlık duyanlar, 75 yaşında bir insanın cenazesine zulüm ettiler. Aram 8 Ağustos 2009’da Atina’da vefat etti. Cenaze 2 gün boyunca Ankara’dan olumlu yanıt gelecek umuduyla bekletildi; ancak red yanıtı alındı. 11 Ağustos günü Brüksel’deki Ermeni mezarlığına gömüldü. İçişleri Bakanlığının bu kadar kolay “red” yanıtı verebilmesi başka bir sorun. Acaba yeterince çaba harcanmadı mı? Bu mesele oluruna mı bırakıldı? Bunlar canımı sıkan sorular…
Aram başka bir ülkede, Atina’da vefat etti. Onu Diyarbakır’a getirmek konusunda aşılması daha zor prosedürler olabilir ama Ayşe Şan, İzmir’de vafat etti ve onun da arzusu Diyarbakır’a gömülmekti. Onun vasiyetinin yerine getirilmemesi için kimi suçlayacağız peki?
Diyarbakır’dan bir kaba toprak doldurup, Brüksel’deki mezara serpmek vs. gibi teatral işleri anlamlı bulmuyorum. Bir avuç toprak serpiştirmek gibi kolayına işler, sorumluluktan kurtulmayı sağlamıyor…
Mezarı Brüksel olsa da kökleri Mezopotamya olan bu büyük ustadan “Ay Dilberê”:
Süryani geleneğinden diğer bir müzisyen ve beste makinesi isim Diyarbakırlı Coşkun Sabah’tır. Babasından miras aldığı enstrüman ilgisi onu konservatuvara kadar taşıdı ve mektepli bir ud sanatçısı oldu. Konservatuvardan sınıf arkadaşı Bülent Ersoy’a için yaptığı “Baharı bekleyen kumrular gibi” ve “İşte bu bizim hikayemiz” eserleri 70’lerin sonuna damga vurdu.
Bülent Ersoy’la birlikte icra ettikleri video:
Besteleriyle geniş bir hayran kitlesi kazanan Coşkun Sabah kendi albümlerini yapmaya başlar. “Aşığım sana” albümü 3 milyona ulaşarak, tüm zamanların en fazla satılan albümü olur.
Bir Kürtçe şarkı okumak için on tane şerh düşülür mü? Mahsun Kırmızıgül’den bahsediyorsak düşülür... Yıl 1994. Gülhane konserinde izleyici uzun süre “Kürtçe Kürtçe”
diye tempo tutuyor; “başımı belaya sokacaksınız ama okuyacağım” diyor. “Hani her gün televizyonda İngilizce ve Fransızca dinliyorsunuz ya, bitane de size… okuyayım” diye alt yapıyı iyice güçlendiriyor. Kendi cümlesinde de “size”den sonra boşluk oluyor; çünkü Kürtçe okuyayım diyemiyor. Arkasından da "Bu şarkının kesinlikle siyasetle falan ilgisi yok" diye kıvranıp duruyor. Belli ki şarkıdan geçen "Zeki" kim bilmiyor.
Mahsun kimliğinden hep tedirgin oldu. 1999 yılında Ahmet Kaya’ya idam sehpasının hazırlandığı gecede, her zamanki tedirginliğiyle “memleketim” şarkısını söyleyen koroya katıldı. Ancak o gece bir kabus gibi Mahsun’un yakasına yapıştı. Youtube’daki çoğu videosunun altına yapılan yorumlarda, hep o geceye ilişkin eleştiri ve sitemlere maruz kaldı. Muhtemelen o gece Mahsun’un en büyük pişmanlığıdır. Tam da o ana yeniden dönüp Savaş Ay gibi, Mehmet Aslantuğ gibi bir duruş sergilemeyi çokça arzulamıştır. Mahsun; babam Bingöllü, annem Diyarbakır Hanili’dir ben de Diyarbakır’da büyüdüm diyor; ancak o geceden sonra, Diyarbakırlı hemşerileri “Mahsun aslında Bingöllü’ymüş” diyerek usulca sevgilerini çektiler kendisinden.
Kazancı Bedih’in güzel yorumuyla harmanlanmış ve girişteki “düş de gör” uzun havasıyla en iyi “Nemrud’un kızı” yorumlardan biri Mahsun Kırmızıgül’e aittir. Ayrıca Mahsun’un sesine de iyi oturmuş:
Diyarbakır’ın müzik yolculuğunu yazmaya çalıştığım bu yazının en başından beri finalde anlatmak istediğim bir isim var: Mehmet ATLI. Sonraki bölüme müziğin çağdaş dervişi Mehmet Atlı’yla başlayacağım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.