Veysi Ülgen
Dr. Veysi Ülgen yazdı: Belki de bir şansı vardı
Bir yaz sıcağında hayatla vedalaşıyordu. Oysa bir kaç gün sonra sevdikleriyle köye gidecek olmanın heyecanı içerisindeydi. Güneşin sıcaklığını hissedecekti. Çayırın serinliğinden kaçacaktı. Kuşlarla, farelerle, çekirgelerle, tavşan ve belki yılan yavrularıyla oynayacaktı. Adaşı, hiç görmediği ama kaderini çok bildiği köpeğin yasını tutacaktı.
Ve en önemlisi bir mekana mahkum tüm canlıların özgürlük hayalini gerçekleştiriyor olacaktı.
Olmadı, bir akşam serinliğinde o çok sevdiği arkadaşıyla oynarken birden kendini kaybetti. O atik ayakları bir daha kalkamadı. Şanslı bir kedi olduğu için veterinere götürüldü. Canı çok acıtıldı. Uzun süre bekletildi.
Ve orada doğuştan bir böbreğinin olmadığını öğrendi. Onu bugünlere getiren diğer böbreği de iflas etmişti. Artık sayılı günleri vardı.
Aslında o da birçok canlı gibi hayatın eşitsizliğine yeniliyordu. Ama bu eşitsizliği ortadan kaldıracak imkanı da yoktu.
İnsanlar buna kader diyordu. Ama insanların bile o kaderi eşit olarak yaşamadığını bir kaç yıllık yaşamında tanık olmuştu. Kader parası olmayan, mesela böbrek naklinde asla hatırlanmayan, sağlık hakkı nedir bilmeyen yoksul insanlar için vardı.
Eşitsiz ve haksız şartlar da bazı insanların böbrek bulma imkanları vardı. Mesela diyaliz gibi tıbbi imkanlardan en iyi şekilde faydalanıyordu.
Biliyordu, şanssızlığının tek nedeni bir kedi oluşu değildi. Hatta şanslı sayılabilecek durumları bile oluyordu. Mesela şimdi ölümüne üzülenleri izliyordu. Kısacık hayatında insanın ölmesine üzülemeyenlere tanık olmuştu. .
Ve ölülerine ağlayamayan insanların olduğu bir dünyada, biri onun için ağlıyordu. O birini daha bebek olduğu zamanda tanımış ve sevmişti. Annesiyle birlikteyken gelir ve birlikte oynarlardı. Sonra bir gün birlikte şimdiki mekana yolculuk yapmıştı. O kız çocuğu ona sahip çıkmıştı. Yoksa sokaklardan birine atılacağını biliyordu.
Belki daha özgür yaşayacaktı.
Belki de sevgiyi, paylaşmayı ve hastalığını öğrenmeden erkenden hayata veda edecekti.
Ayrılırken annesini bir daha göremeyeceğini bilemezdi. Elbette bazı insanlar bazı insanları annelerinden kopartıyordu. Annelerine kavuşmak için çaba harcayan insanlar kadar şanslı değildi.
İlk günlerde anne özlemini yaşamayan komşu çocukların oyuncağı olmuştu. Onlar sevinirken kendisi acı çekiyordu. Bu yüzden tepki göstermişti. Minik pençeleriyle bir oyuncak olmadığını o güzel ama bilinçsiz şehir çocuklarına göstermişti. Yapay oyuncaklara alışmış, binalar içinde büyüyen çocuklara bir canlı olduğunu hatırlatmıştı. Pençeler birden onu savunan silaha dönüşmüştü.
Sonra o çocukları bir daha görmedi. Ama yalnız kalmıştı. Ev sahibi de yalnız yaşıyordu. Çıktığında tüm kapı gibi pencereler de kapanıyordu. İnsanlar böyle hapsedildiğinde ne hissediyorlarsa daha fazlasını hissediyordu. Ev sahibesine bunu anlatmaya çalışıyordu. Elbette yiyeceği eksiksiz veriliyordu. Tüm ihtiyaçları karşılanıyordu. Ama yalnızlık insanların da çözemediği bir sıkıntı olarak hep vardı.
Ona sahip çıkan kız çocuğuna da kızıyordu. Çünkü çoğu zaman gelmiyordu. Geldiği o bazı zamanların, insanların hafta sonlarına denk geleceğini anlayacak ve o zamanlar da kapı nöbetlerine başlayacaktı. Gelince ona sarılıyor birbirlerinin yalnızlığını gideriyorlardı. Onun yalnızlığını hissediyordu. Ve insanlar neden yalnızlaşır anlamaya çalışıyordu. Gidince pençeleriyle kızgınlığını gösteriyor sonra da üzülüyordu.
O kız çocuğu büyüyor, değişiyordu ve her yıl ondan biraz daha uzaklaşıyordu. Uzaklaştıkça da özlemi artıyordu. Belki o da büyüdükçe insanlar için daha az sevimli oluyordu.
Oysa sevgi bencillik değildi. Birlikte büyüdükçe sevginin de büyüdüğünü anlatmak istiyordu.
Tek taraflı bir sevgisi yoktu. Morali bozuk, kanepede takatsiz yatan ev arkadaşına dokunur ona enerji aktarırdı.
Birde insanları birleştirici özeliğini farketmişti. Sanki onu sahiplenen ve ona sahiplik yapanı buluşturuyordu. Kendisinden sonra ne olacaktı, bilmiyordu.
Belki akrabalıkların çözüldüğü, arkadaşlıkların bittiği, yoldaşlıkların cezalandırıldığı bir sistemde yalnızlık çeken insanlara arkadaş oluyordu.
Belki de o insanlar arasında ki yalnızlık duygusunu tamamlıyordu.
Ona sahiplenen ve ona sahiplik yapanın arkadaşlığına rağmen sokakları merak ediyor, kırlara çıkmak istiyordu. İlk zamanlar da pencereden atlayarak özgürlüğe kaçmayı denemişti. Ama pencere çok yüksekti ve canı acımıştı. Bu yüzden pencere açık olsa da atlamaktan çekinmişti. Ev sahibi onu bazen dışarı salmış ancak hemencecik kapıya dayanmıştı.
Çünkü onlar için ferman çıkmıştı. Ve sokaklar artık çok tehlikeliydi. Bir yıl önce köyde yaşayan adaşı köpekleri kırlarda gezerken insanlar tarafından vurulmuştu.
Aslında özgürlüğün bir mekan sorunu olmadığını da biliyordu. Ve birlikte yaşadıklarıyla da özgür olmadığını biliyordu. Ama onlar gibi özgürlük çaba harcayamıyordu. Sadece kaçmak hep kaçmak istiyordu.
Artık çok geçti. Zaman ölümüne çalışıyordu. Ev sahibi onu kuşları seyredebileceği bir yere yatırılmıştı. Artık hiçbir kuş ondan kaçmıyordu.
Çünkü kımıldayamıyordu.
Ve her ikisi de onu son nefesine kadar beklediler. Ağladılar, son defa dokundular. Sonra yaşarken en az temas ettiği evin üçüncü sakininin elinden toprağa yolculuk başlıyordu.
Toprağı onun için kazan adam, zorla kaybettirilen, bir mezarı olup olmadığı belli olmayan, sevenleriyle, geleneksel ritüelleriyle, inançlarıyla gömülemeyen insanları düşünüyordu. Biliyordu, onunla vedalaştıktan sonra o meçhul kayıpların anmasına gidecekti.
O sevenleriyle gömülüp, yası yaşanarak bazı insanlardan şanslı olarak hayata veda ediyordu.
Ve ölüm aslında geride kalanların meselesiydi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.