Sakir Diclehan
Edebiyat dünyasından ilginç anekdotlar
Eski aydınlarımız, makale, yazı ve konuşmalarına sık sık bir beyit ya da şiir alıntısı yaparak zenginleştirir ve güzelleştirirlerdi. Edebiyatçılar arasındaki tartışmalar ve seviyeli kavgalar, insana keyif verir ve herkes kendine göre dersler çıkarırdı bunlardan... Bu nedenle şiir ve edebiyat kültürü, günümüze de aktarılmalı, anlatılmalı ve sızmalıdır yazı ve konuşmalara… Edebiyatçıların ilginç konuşma, davranış ve yaşantıları örnek alınmalıdır her zaman. Çünkü bunlarda birçok güzellikler gizlidir.
Psikolojik tahlil ve karakter tahlillerinde örnek alınmalıdır. Özellikleriyle kişiliğimizin olgunlaşması ve derinleşmesi için büyük, köklü ve örnek alanlarımızdır bu anekdotlar... Bu yazımızda bir takım yaşanmışlıkları gündeme taşıyarak okuyucuya keyifli vakitler geçirmesi için paylaşımda bulunmak arzu ve dileğindeyiz.
Ziya paşa ve Namık Kemal, çok iyi dost ve arkadaştırlar. Ziya Paşa, Harabat adında bir şiir antolojisi hazırlamak ister. Arkadaşı Namık Kemal’den yayımlanmış ve yayımlanmamış şiir ve yazılarını ister. Oldukça kıskanç olan Namık Kemal, “Davul boynumda tokmak neden Ziya Paşa’nın elinde olsun” düşüncesiyle kendi yazdığı şiirleri vermez.
Harabat yayınlanınca, mal bulmuş mağribi gibi hemen harekete geçen Namık Kemal, alır eline kalemi, başlar kritik ve tenkide… Ziya Paşa, büyük şair Fuzuli'yi Harabat’ın önsözünde şiir kalıpları içinde anlatırken:
“Yanıktır o şairin kitabı
Nazmında kokar ciğer kebabı”
Der. Namık Kemal hemen kaleme sarılır ve onu alaya almaktan zevk alır. Namık Kemal, bu yöntemiyle kimi zaman nükteden yararlanmayı da ihmal etmez. Nitekim Ziya Paşa'nın Fuzulî hakkındaki sözlerine mukabil Namık Kemal, nüktedanlığını konuşturur. Namık Kemal, muhatabının Fuzulî hakkındaki söylemini alelade bulduğunu ima ederek istihza ve alaylı bir dil kullanır. “Hele Fuzulî için tanzim buyurulan:
“Yanıktır o âşığın kitabı
Nazmında kokar ciğer kebabı.”
Beytini okudukça, kendimi Harabat'ta (Meyhane’de) değil, Bahçekapısı lokantalarında zan ediyorum. Af buyurursunuz amma şu “ciğer kebabı” mazmunu (imgesi) ne kokmuş söz, ne iğrenç tasavvur! Demekten bir türlü kendimi alamayacağım. Fuzulî Divan'ını kedi yavruları için mi söylemiş, yoksa Arnavutların manda yuttu dedikleri meşhur kitap mıdır?”
******
Necip Fazıl ve Sezai Karakoç çok iyi ahbap, ya da Necip Fazıl üstat, Sezai Karakoç da onun bağlısı ve çok sadık bir öğrencisidir. Öğrenciden öte samimi ve candan manevi bir evladıdır. Necip Fazıl ona her zaman, “Benim kara gözlü Seza’im” diye hitap eder.
Necip Fazıl, Ankara’ya gittiğinde, Sezai Bey mutlaka onu ziyaret eder ve kendisiyle görüşür, sohbet eder ve hoşça vakit geçirirlermiş. İşte bir “yelek” hikâyesi…
Karakoç anlatıyor: “Bir gün de, Necip Fazıl Bey’le birlikte, Ulus’taki Meydan Palas’ın salonunda otururken, üstat, Yenişehir’deki bir mağazada bir yelek gördüğünü, onu almağa heveslendiğini, mağaza sahiplerinin 52,5 lira istediklerini, kendisinin 50 lira verdiğini, fakat anlaşamadıklarını söyledi.
Bana “şu 50 lirayı al, o yeleği mutlaka al gel” dedi. Parayı alıp gittim. Aksilik bu ya, üzerimde 2,5 lira kadar para bile yoktu. Mağaza, iddialı bir mağazaydı. 52,5 liradan bir kuruş aşağıya inmedi. Fakülteye gidip borç bulmam için zaman kâfi gelmezdi. (Sezai Bey, o zamanlarda Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Cebeci semtindeki yurdunda kalmaktadır. Yurda gidip para getirmesi, hayli zaman alacaktır) Yeleği almadan da dönmek istemiyordum otele. Bir büfeye atkımı rehin bırakarak borç aldım. Yeleği alıp yaya olarak otele döndüm. Üstat memnun oldu. Nasıl aldığımı da hiçbir zaman bilmedi.”
******
Cahit Sıtkı Tarancı, Cumhuriyet döneminin büyük şair ve yazarlarındandır. Aynı zamanda çok iyi bildiği Fransızcasıyla iyi bir çevirmendir de... "Otuz Beş Yaş" şiiriyle özdeşleşen Tarancı, "sanat için sanat" anlayışına bağlı kalır. Şiirlerinde en çok yaşama sevinci ve ölüm temalarına yer verir. Ayrıca yitik aşklar, mutlu sevdalar, yalnızlık, yaşadığı bohem hayatın buruklukları ve çocukluk özlemi de şiirlerine konu olmuştur zaman zaman. Küçükken yaramazlık yaptığı için babası tarafından pencereden aşağı sarkıtılmıştır. O günden sonra ölümden korkmuş ve eserlerinde sürekli “ölüm” temasını işlemiştir.
******
Özdemir Asaf: 11 Haziran 1923'te Ankara'da doğar. Asıl adı Halit Özdemir Arun'dur. İlk ve ortaöğreniminin bir bölümünü Galatasaray Lisesi'nde yapar. 1942 yılında Kabataş Erkek Lisesi'nden mezun olur.
İstanbul Üniversitesi'nde, önce Hukuk Fakültesi'ne, sonra İktisat Fakültesi ve Gazetecilik Enstitüsü'ne devam etse de 1947'de yükseköğrenimini yarıda bırakır ve ayrılır bu okuldan. Bir süre sigorta prodöktörlüğü yapan Özdemir, 'Zaman' ve 'Tanin' gazetelerinde çevirmen olarak çalışır. 1951'de Sanat Basımevi'ni kurarak matbaacı olur...
“Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin,
Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin.
Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır bir güldürür,
Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.”
Veya:
“Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.
Sana gitme demeyeceğim.”
Gibi güzel şiirleri vardır. "R" harfini söyleyemeyen şair... Bir gün matbaadan çıkıp Karaköy’e gitmek için bindiği taksinin şoförü sorar: “Neğeye biğadeğ?” Utancından “Kağaköy” diyemez, “Eminönü” der. İner. Oradan Karaköy’e kadar yürür.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.