Veysi Ülgen yazdı | O tarlaları satmayacaklardı

Uzak şehirden kahvaltısız yola çıkmıştı. Çünkü köy kahvaltısına ihtiyacı vardı. Oksijeni az şehrin sabah koşuşturmalarında simit, poğaça, börek falan derken, bir normal kahvaltıya bu kadar hasret kalacağını bilemezdi.

Nerede kahvaltı yapacağım diye kendine sorup dururken kendini, baraj nedeniyle boşalttığı topraklara doğru yolda buluvermişti. Şehrin kimyasal tozlarına ve sanayi gazlarına alışkın biri olarak, köyün toprak yolunda, aracın inik camlarından toz yutmasını umursamadan ilerliyordu.

Henüz HES dedikleri o baraja daha çok vardı. Ancak aşağıda nehir nerdeyse kuruydu. Halbuki bu mevsimde akranlarıyla yüzerdi.

Nehir neden kurumuştu?

Baharda tarlaları alıp götüren o azgın Nehir’e kimler ne yapmıştı?

Gittikçe daralan taşlı yoldan kent villalarını andıran bir evin önünde duruverdi. Sanki şehir buraya taşınmıştı. Kurumuş ya da kurumakta olan bodur ağaçların ortasında böyle bir evle karşılaşmayı hiç beklemiyordu. Boyalı, kırmızı çatılı, izolasyonlu, alçıpanlı, pancurlu, balkonlu iki katlı beton eve bakarken başı dönüverdi.

Şehirden buraya bunu görmeye mi gelmişti? Kapıya vurdu, seslendi, bahçede dolanıp durdu.

Kimsecikler yoktu. Kenarda muhtemelen sulama amaçlı küçük boş bir havuzun kenarına oturdu. Muhtemelen susuzluk nedeniyle kullanılmıyordu. Zeminde ölü bir yılan yatıyordu.

Yine muhtemelen su için gelmiş, havuzdan çıkamamış ve orada can vermişti. Burada bu ortamda bir canlı zor yaşardı. Etrafta çoğu kurumuş yapraksız bodur ağaçlar vardı. Belli ki bu yıl buralarda sulama sorunu olmuştu.

Arabayı orada bırakıp kurumuş nehir yatağına doğru yürüdü. Sarsılmış ve sararmış ağaçların içinde oldukça takatsiz yürüyordu. Hatırladığı kadarıyla bu patikanın her iki tarafında siyah böğürtlen çalılıkları uzanırdı. Suya aşık kara böğürtlenleri olan bu dikenli çalılıklar belki kuraklığa, belki de insanların ihtirasına kurban gitmişti. Onca ağaç içinde yeşil kalabilen dilsiz dut ağaçları da sanki o insanlara bir şeyler söyleyecek gibi bakıyordu.

Geçmişte cennetten bir parça olan buranın böyle çölleşmeye sürüklenmesine hüzünleniyordu. Ama neden bu hale geldiğine de öfkeleniyordu. Ve ne yapılabilir diye düşündüğünde endişeleniyordu.

Hüzün, öfke ve endişe sarmalında nihayet bir insanla karşılaşıyordu. Başında kasket, zayıf, uzun boylu pantolonlu Susuzluğa dayanıklı bir meşe ağacının altında çay demliyordu. Ön tarafta domates dallarıyla karşılaşınca çok heyecanlandı. Adamı selamladıktan sonra kıpkırmızı domateslerden birini dalından koparıverdi. Sonra pişman oldu

“Kusura kalma senden izinsiz kopardım!”

“Sorun değil. Afiyet olsun. Yorgunsundur. Gel bir soluklan.”

Domatesi yıkamadan büyük bir iştahla dişledi. Evet, şehirde yediği plastik kokulu domateslerden daha iyiydi. Ama eskinin tadından da çok uzaktı.

“Tadını beğenmedim. Domateslerde bir sorun mu var?”

“Çok sorun var. Bu yıl domateslerden bir verim alamadım. Bir kaç yıl önce buradan bir kamyon yükler, şehre götürürdüm. Bu yıl anca bana yetiyor.”

“Bu da iyi. Hiç olmasa kahvaltı yapabilirsin.”

“Ya geçimim nasıl olacak. Keçi beslemiyorsam, domates satamıyorsam, buğday ekemiyorsam nasıl geçineceğim? Önce nehrin kuzeyinde hes diye bir bend kurdular. Santraller kurdular.

Bahçelerimizin bereketi gitti. Suyumuzu sanki çaldılar. Şimdi madenciler gelmiş. Sonda vurdular. Bahçeyi suladığım çeşme kurudu.”

“ Sakın o suları içmeyin? Zehir doludur.”

“Atalarımızın toprağında şişe suyu mu içelim. Zaten her şeyimizi marketten alıyoruz… ”

“Çok üzüldüm. Ben de bu sabah bir köy kahvaltısını hayal etmiştim.”

“Buyurun eve gidelim. Misafirimiz ol.”

“Burada kahvaltı yapsak daha iyi olmaz mı? Zaten çayı demlemişsin. Domates var. Ekmeği de ben getirdim.”

“Çocuklara sesleneyim o zaman. Peynir, zeytin getirsinler.”

“Onlara gerek yok. Yoğurt varsa yeter.”

Adam kasketini kaldırıp dikkatlice ona baktı

“Sen buralarda ne arıyorsun? Yoksa o madencilerden misin?”

“Ben yukarı köylerdenim. Biz tarlalarımızı yıllar önce baraj için sattık.”

Adamla karşılıklı bakıştılar.

“Evet, o dönem paranın rengi, toprağımızdan renginden daha güzel geldi. Zaten gitmek istiyorduk. Bize bahane olmuştu. Oralar kamulaştırıldı. Para aldık. Ve buradan gittik.”

“Parayı ne yaptınız?”

Bunu sormasını anlıyordu. Muhtemelen buralarda gezen madenciler aynı yolu izliyordu. Para ve şehirde rahat bir hayat ile köylüleri ikna ediyorlardı. Maden çıkarmak zaten memleketin ekonomisine fayda sağlayacaktı! İkna edemezlerse devletin zor gücü karşılarına çıkıyordu.

“Borçlarım vardı. Onları ödedim. Gerisi ne oldu ben de anlayamadım. Sıcak ekmek gibi tükendi gitti. Şimdi bir şehirli olarak yine borçluyum…”

“Tarlan da gitti… Sen bunu bizim köylülere anlat. Madenciler ceplerine para koyuyor. Sonra maden memlekete faydalıdır falan diye propaganda yapıyorlar. O parayı senin gibi yiyip bitirecekler. Sonra büyük şehirde dilenci olacaklar. Belki de köyü yollara düşecekler. ”

“Evet, biz o parayı almayacaktık. Tarlalarımıza sahip çıkacaktık…”

Adam çayları doldurdu. Domates ekmekle kahvaltısını bitirdi. Biliyordu köy yoğurdu gelmeyecekti. Sonra teşekkür edip ayrıldı.

Şehirde köylülüğün, köyde şehirliliğin egemen olduğu bir coğrafya da, talan edilen doğa ile yoldaş olmaktan başka çaresi yoktu.

Çünkü doğa yol olursa uğruna mücadele edecek hiçbir şey kalmayacaktı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Veysi Ülgen Arşivi