Veysi Ülgen yazdı: Kimliği kentin hikayalerinde saklıydı

Aslında, bir Kasım günü, yıllar sonra girebildiği dar kuçelerde, kendi kimliğini kaybetmesine aldırmıyordu. Kayıpların kentinde geziyorsa, elbette bir şeyleri eksilecekti.

Belki aradığı kendi kimliğini de var eden taşları yanık kentin kimliğiydi.

Belki de kentin ona hatırlattıkları vardı. Ve bu yüzden kimliği kuçelerin hikayelerince çalınıvermişti.

Ama bir kentin kimliğini nasıl bulabilecekti?

Hem de bu haliyle ve tek başına nasıl yol alacaktı?

Elbette herbirinin ayrı bir hikayesi olan bu kentin kimliği modern kentlerin kimliği gibi olamazdı. Modern kentlerin kimlikleri meydanlarla başlıyordu.

Kimliğini arıyorken kendine soruyordu. Acaba taşları yanık kentin meydanı neresiydi? Gerçekten surlar içinde eskiden bir kent meydanı var mıydı?

Biliyordu, bu kenti tanıyabilmek için meydan eksik kalıyordu. Ve onun kendi hikayesinde kentin meydanı diye tanıdığı Dağkapı ile başlıyordu.

Bunun için Kasım güneşi günü yarılamışken kuçelerden hızlıca meydana doğru yürüdü. İnsan eliyle yıkılan bir kısım surlar ile açılan meydan, aslında kentin modern tarafının kimliğini çağrıştırıyordu. Çünkü ortada bir yıkım ile açılan meydan gerçeği vardı.

Belki hiçbir kentli bunun farkında değildi.

Belki de yeni bir kente doğru akmak istemişlerdi.

Kuçelerden çıkıp kimliksiz adımlarıyla Dağkapı meydanınında onca sorularla geziniyordu. Ama şimdi sadece kendine sorabilirdi. Çünkü soracaklarını almışlardı. Ve çünkü yasaklar mevsiminde cevap vereceklere erişilemezdi. O zamanın kendine sormanın da acelesi yoktu. Ama Kasım güneşi altında meydan ortasında beklerken ‘kimliğimi nasıl bulacağım’ sorusu hala düşüncelerini kurcalıyordu.

Biliyordu, kentlerin kimliğini belirleyen meydanların bir hikayesi vardı. Burada hikaye idamlarla başlıyor, meçhul mezarlarla devam ediyor ve surların yıkılması ile şekil buluyordu. Aslında bu hikayeden meydan için başka bir ad çıkıyordu. Meydan, aynı zamanda idam edildikten sonra buralarda gömüldüğü rivayet edilen bir muhalifin, Şeyh Said’in adını taşıyordu.

Belki sadece kendi hikayesiyle meydanı anlamlandırabilirdi. Çünkü meydan kendisi gibi doğanın yasalarıyla değişmiyordu.

Ayaklarının altında Kasım güneşine rağmen soğumaya başlamış beton, aslında bir değişimin değil, değiştirilmenin adıydı. Betonda attığı her adım onu zorluyor, ona cevap veremediği sorular soruyor ve onu adeta uyarıyordu.

Beton altında şimdi büyük alışveriş merkezleriyle yarışamayan bir yeraltı çarşısı inşa edilmişti. Burada alışveriş yapan kentliler göçederken bir hikaye bırakamamıştı. Çünkü hikaye oluşturacak kadar bir zamanları olamamıştı. Ve hızla büyüyüyen modern kent buradaki insanların anıların biriktirmesine müsaade edememişti.

Zaten beton meydan ve betonaltı çarşının kentin hikayesine katkısı olduğunu düşünmüyordu. Çocukluğumda burası toprak kokan bir bahçeyken, orta yaşlarında yazın terleten kışın soğutan sadece beton bir meydandı.

Belki bir kent meydanı yaratmak ya da büyütmek için parklar ve surların etrafı betonlaştırılmıştı. Bu Suriçi tarihine karşı bir meydan okumaydı.

Belki de beton meydan toplumsal buluşmalar için yapılmıştı. Ya da yeraltı çarşısı ticareti için planlanmıştı. Ne de olsa ticaret en değiştirici olandı. Ve modern kentlerin de kimliğini oluşturuyordu.

Hala sorusuna yanıt alamamıştı. Öylesine meydanı dört gözle seyrediyordu. Sanki meydanın kuzeyinde Dilan Sineması da kimliğini arıyor gibi ona hüzünle bakıyordu.

Belki kendini yenilemeyi bekliyordu.

Belki de komşusu, halkın gökdelen dediği kentin ilk yüksek binası gibi yıkımını bekliyordu. O halde anılara ne olacaktı.

Dizlerini ağırtan beton üzerinde hala Dilan Sinemasının harap halini izliyordu. İzlerken geçmişten sinemaya dair bir çok çağrışımla irkiliyordu.

Metropollerde gösterime giren filmler aynı zamanda Dilan sinemasında da gösterilir ve izleyiciler bir film gösterimini aşan coşkuyla sinemadan dağılırdı.

Dilan sineması sadece bir sinema değildi. Toplumsal heyecanın, gecelerin, konserlerin, tiyatronun kitlelerle buluştuğu bir mekandı. Buranın kentin kimliğini etkileyen bir tarafı vardı.

Ve kendi hayatında ilk defa kimliğinin sorulduğu bir yerdi. Hatırladığı kadarıyla Sürü filmi oynuyordu. Sinema merdivenlerinden caddeye taşan kuyruk ilerlemeye çalışırken bir polis tarafından durdurulmuştu.

Ona ‘kaç yaşındasın’ diye sormuş, yaşını söyleyemeyince de ‘kimliğini çıkar bakayım ‘diye sertçe devam etmiş ve kollarından tutarak film kuyruğunda ilerlemesine izin vermemişti.

O güne kadar hiç kimlik taşımamıştı. Ona kimlik soran da olmamıştı. Elbette kuçelerin asi bir çocuğu olarak buna kayıtsız kalamamıştı. Kendisini tutan polisin elinden kendini kurtarmış, bir koşuda kapıdaki kalabalığa karışmış, yaşça büyük adamların bacakları arasında ilerlemeye çalışırken kendini abilerinden birisinin omuzunda buluvermişti.

Bu onun toplumsal olarak ilk itirazı, ilk kaçışı ve aynı zamanda ilk sahiplenişiydi. Dayanışmayla tanışmış ve omuzda kısa bir süre de olsa film seyretme mutluluğunu yaşamıştı.

İşte kimliğini arıyorken böyle hikayeleri anımsamaya ihtiyacı vardı. Böylece kuçeler de kaybettiğini sandığını kolayca bulabilecekti.

Ve daha Kasım güneşi batmamışken eski hikayelerin heyecanıyla, yeni hikayeleri yaşamak için yeniden kuçelere kaçıverdi.

Aslında kimliği kuçelerin hikayelerindeydi ve kentin tarihi gibi gizemliydi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Veysi Ülgen Arşivi