Asistanlık ve muz kabuğu

Her şeyin alt üst olduğu, örf, adet, inanç ve efsane gibi olguların birbirine karıştığı bu zengin fakat ilginç dönemde, çok özel şartları taşıyan üniversitelerde, bilimin en alt mertebesinde işe başlayan asistanların durumu nasıldır acaba? 1980'li yıllara kadar üniversitelerde çalışan asistanlar, eskiden askeriyedeki subaylara hizmet eden erler gibiydi.

Hocasının çantasını taşıyan, onun ev işlerini gören, çarşı pazar alışverişini yapan, hatta ayakkabısını boyayan ve varsa çocuklarını okula götürüp getiren bir hizmetçi gözüyle bakılırdı kendilerine. Bereket versin ki, yanında asistan olarak çalıştığımız hocanın el yıkama hastalığı olduğu için bize çantasını taşıtmaz ve çocuğu da küçük olduğu için okula götürüp getirme derdimiz yoktu.

İşte o günlerin bir anısı… İlginç olduğu kadar ders çıkarılacak nitelikte bir anı… Güzel bir günün sonunda ikindi vaktine doğru, asistan oluğum İstanbul Edebiyat Fakültesi Eski Türk Edebiyatı Kürsüsü Başkanı Karahan Hocayla birlikte fakülteden çıkarak Şehzadebaşı'na doğru yürüyorduk. Birisi muz yemiş, kabuklarını yere atmış. Hoca, yürürken ayaklarını, iç tarafa doğru tutacak şekilde yürürdü her zaman. Asistan arkadaşım Türkay Gültekin, İstanbul'da yaşamasına ve taşraya hiç gitmemesine rağmen, hocanın bu tarz yürüyüşünü, " köylülerin, orakla buğday biçmesine" benzetirdi…

Hoca, yolda yürürken yere atılmış olan muz kabuğunu görmemiş olacak ki,- çünkü o yolda yürürken dahi- kendisini sevmeyen ve çekemeyenlere karşı oyunlar kurar, adımlar atar ve onları nasıl mağlup ederim hesabı içindeydi. Dolayısıyla derin derin düşüncelere dalmıştı. Muz kabuğuna basar basmaz, kayan kabuğun üstünde dengesini yitirerek yere yığılı verdi. O esnada bilinçli bir girişim şeklinde değil de ani bir refleks sonucu kolundan tutarak kalkmasına yardımcı olmak istedim. Fakat var gücüyle ve avazı çıktığı kadar bağırarak, etrafımızda yürüyen insan kalabalıklarını hesaba katmaksızın: "Bırak! Kendim kalkayım, bir asistan kim oluyor da, benim kolumdan tutuyor ve beni ayağa kaldırmak için yardımda bulunuyor." Yiğitliğini halel gelmesin diye Hoca, başkalarından yardım talep etmezdi. Fakat böyle bir durum da göreceliydi. Çünkü kimsenin bulunmadığı ortamlarda eğer yardıma ihtiyacı varsa mutlaka yardım talebinde bulunurdu.

Bu esnada, hem kalkmaya çalışıyor ve hem de kendi kendine mırıldanıyordu. "Her felaketin olumlu bir yanı vardır. Her olaydan çıkarılacak dersler bulunmaktadır."

Bu olaydan ders çıkardı mı, pek sanmıyorum... Çünkü sadece kendisi için yaşayan ve böyle bir felsefeyi benimseyen biriydi. Haliç'e doğru yürümeye devam ettik. Hafifçe çiseleyen yağmur altında denize bakıyor. İyi gözlemci bir seyyah gibi çevreyi inceliyorduk. Haliç ise, garip ve yoğun bir sis yayarak adeta uzaktan gelenleri yutuyordu. O kesif sis, çevremizi kaplamış olması nedeniyle ve puslu havanın etkisiyle insan mizacında hüzün oluşuyordu. O esnada ben, hep Finlandiya'yı hatırlamaktaydım. Çünkü İskandinav ülkelerinde kışın güneş saat sabah on civarında doğar ve öğlenden sonra da dörde doğru batar. Kutup bölgesine yakın bu yerlerde, etrafı çok yoğun bir sis kaplar ve insan psikolojisi, bu kapalı ve can sıkıcı havanın etkisiyle değişik bir duruma bürünür. İskandinav ülkelerine yaz mevsiminde gitmek, en uygun bir zamandır. Çünkü yazın, Güneş gece on ikide batar ve saat üçe doğru tekrar doğar. Her taraf aydınlıktır. Gece olduğunu dahi hissetmez ve fark etmezsiniz.

Hocanın" Bırak, beni kaldırma" sözü, insanın belki de hayatta duyup duyacağı en acı sözlerden biriydi. İltifat ve teşekkür beklerken ki,- Hoca, bunu hiç bir zaman yapmazdı-:" bir asistan parçasının yardımına- üstelik yere düşmüş bir insan psikolojisi ile bu sözü söylemesi ve ihtiyaç duymam sözü o denli ağır ve üzüntü verici bir durum oluşturmuştu.

Hayatta, her şeyi büyük ve ilginç gösteren büyü, bazen bozulabilmektedir. Mısırlı Enis Mansur'un bir zamanlar " Sevgi Okulu" adındaki piyesinde yer alan ve çok ilginç olan şu pasajları okumuştum. Enis Mansur diyordu ki “Her ilişki ve yakınlık, beraberinde bir takım sıkıntıları getirir. Bu ilişki, ister sevdiğiniz biriyle olsun, ister yakınında bulunduğunuz başkasıyla olsun, hemen hemen hiç değişmez. Hatta sevdiğiniz biriyle kurduğunuz ilişkilerin sonunda büyük sıkıntılar vardır. Çünkü insan, birine bağlandı mı onunla olan ilişkilerine daha çok zaman ayırır. Onunla oturur, onunla kalkar, onunla yürür ve onunla vakit geçirmek zorundadır.

Hoca, etrafındaki insanlara çok büyük sıkıntılar verdiğinin farkındaydı. Fakat zaman zaman şu ünlü iki sözü tekrar etmekten de kendini alamazdı. "Büyük dağların yanında, büyük uçurumlar vardır.” Ya da " İnsan boğulacaksa, büyük nehirde boğulmalıdır." Çünkü o kendisini büyük bir dağ ya da büyük bir nehir gibi görüyordu.

Şairin dizelerinde yer alan ve hocanın tekrar ettiği o iki sözü içeren ifadeler, oldukça önemli idi. “- Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına. Çünkü ömür dediğin şey, hayata sunulmuş bir armağandır ve hayat bir armağandır sana.”

Fakat üniversitedeki asistanlık yaşantısı, böyle bir duruma pek imkân vermezdi.

Nasıl yaşadık? Neden böyle bir yaşantıyı tercih etmiştik? Neyi, yapabilmiş ve neyi yapamamıştık? Ben ve asistan arkadaşım, hep başka bir yol ve hep başka bir hayat arayıp duruyorduk.

Bunları neden söylüyor ve neden yazıyoruz. Çünkü gerçeklerin dile getirildiği ve kritiğin olmadığı yer ve ortamı olumsuz, burundan söylenen, şifasız bir şikâyet kaplar. Veya azıcık konuşma hakkı tanınmışsa, mahalle arası tipinde bitmez tükenmez bir şikâyet yarışı...

Sağlıklı bir üniversitede, net ve kesin eser verme ve yine net ve kesin kritik vardır. Hastalıklı toplumda ise, eser verme gücünü, marazî tenkit ruhu kemirmiş ve kritik etme pozisyonu ise yeryüzünden kalkmıştır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Sakir Diclehan Arşivi