Şakir Diclehan Yazdı: İdeali uğruna hapis yatan bir Necip Fazıl

Olağanüstü zamanlara özgü olağanüstü görevler, kendini ona verecek kahramanı bekler hep. İşte Necip Fazıl da o kahramanlardan biridir. Her çağda, en büyük ve en ağır yük, toplumun içinde sivrilerek bilgi, düşünce ve eylemleriyle ön plana çıkan ve bu uğurda her türlü tehlikeyi göze alarak yol alan ve bu uğurda gereğinde ömür boyu hapishanede yatmayı göze alan insanların omuzunda olmuştur daima.

İlk insandan başlayarak günümüze dek gelen ve günümüzden de kıyamete kadar sürecek olan insanlık ve hakikat uygarlığını yaşatan, geliştiren, yükselten ve koruyan, toplumun lider ve önderlerinden başkası değildir.

Geçen haftaki yazımızda tarihte ses getiren ve kayıtlara “Malatya Olayı” diye geçen eylemden kısaca bahsetmiştik. Olayın tahrik edicisi olarak perde arkasındaki iki kişiden biri kabul edilen ve suçlanan Necip Fazıl, başka bir suç (!) isnadıyla yattığı Üsküdar Toptaşı Cezaevinden alınarak emniyet görevlileri tarafından önce olayın yaşandığı Malatya’ya ve oradan da Ankara'ya götürülerek Ulucanlar hapishanesine konulur.

Dünyada en sıkıcı ve insanoğlunun asla rahat edemediği bir yerdir hapishane… Ben de mimlenir ve suçlanırım diye insanlar, hapishanede fikir suçundan ötürü yatanlardan daima uzak kalmaya çalışırlar. Necip Fazıl da bu kategorinin içinde ve hatta başında yer alanlardan biridir. Ankara’da hapiste olduğu süre zarfında her türlü tehlikeyi göze alarak haftalık ziyaretlerini aksatmadan ancak iki insan vardır o dönemde… Biri, sahip olduğu dünya görüşü ve yaşam tarzı farklı da olsa akrabası ve üstadın dayısının oğlu Selçuk Milar’dir. İkincisi ve başta geleni de Necip Fazıl’a sonsuz derecede bağlı ve bu bağlılığı, onun ömrünün sonuna kadar koruyan Sezai Karakoç’tur.

Malatya olayı ile ilgili olarak savcı bir iddianâme hazırlar ve onu mahkemede okumaya başlar. Karakoç diyor ki: “Savcı, iddianâmesini okuyup bitirdikten sonra, bir celsede, Üstad Necip Fazıl savunmasında, “bu bir iddianâme değil” diye başlıyor, iddianâmenin hukukla, konuyla ilgisizliğini, başka bir amaç güttüğünü belirtiyor ve “bir siyasetnâmedir” diye bitiriyordu. Ve yine “bu bir iddianâme değil” diye başlıyor, savcının, olmamış vakalara ve aslı astarı olmayan söylentilere, asılsız belgelere dayanarak akıl almaz iddialar ileri sürmesini gözler önüne seriyor ve: “bu bir iftiranâmedir” diyordu. Bu şekilde; “bu bir iddianâme değil, bir hezeyannâmedir” ve benzeri benzetmelerden sonra hükmünü; “Velhasıl, hâkim bey, bu bir iddianâme değil, bir rezaletnâmedir» diye bağlıyordu.”

Gerçekten böyle bir savunmayı yapabilecek çok az insan vardır o dönemlerde... Cesaret ve tehlikeyi, hatta ömür boyu hapishanede yatmayı göze almak gerektiren bir savunma... Mahkemeler sürüp gider. İdamının istendiği o sıralar, Karakoç, Necip Fazıl Bey'i hapishanede ziyaret ettiğinde, ona açıkça söylememekle beraber, imalarından ve “nerede oturuyorsun?” gibi sorularından, üstadın hapishaneden kaçmayı düşündüğünü anlar. Bir sonraki görüşmede önemli bir şey söyleyeceğini belirtir. Karakoç diyor ki: “Daha sonra, dayısının oğlu mimar, (Selçuk Milar) beni bulup, üstadın bana bir teklifi olacağını, fakat bunu asla kabul etmemem gerektiğini, kabul ettiğim takdirde bir kötülük yapmış olacağımı, çünkü onun mahvolmasına sebep olacağımı söyledi. Israrla üstadın teklifini reddetmemi istedi. Böylece tahminim kesinleşti. Demek ki üstad, dayısının oğluna açmıştı konuyu, fakat o asla tasvip etmemişti. Dayızâdesi (Dayısınınoğlu), üstadın teklifi halinde benim onu reddedemeyeceğimden endişeleniyordu. Haksız da değildi. Bu yüzden çok ısrarına rağmen üstadın teklifini reddedeceğim sözünü veremedim.

Aslında, üstad kaçmaya teşebbüs etseydi, bu, çok büyük bir yanlışlık olacaktı. Bu konuda ben de üstadın Dayızâdesi’yle aynı kanaatteydim. Eğer üstad, konuyu bana açmış olsaydı, bu kanaatimi açıkça söyleyecektim. Ama buna rağmen fikrinden vazgeçmemesi halinde yapabileceğim bir şey yoktu.

Temenni ediyordum ki, bir sonraki görüşmemizde, üstad böyle bir teklifte bulunmasın. Böyle bir teklifte bulunursa, bunun doğru bir hareket olmayacağını, yakalanmasının muhakkak olduğunu söyleyecektim. Ama kabul etmeyip âdeti veçhiyle: “bu, bir emirdir” demesi hâlinde de kadere razı olmaktan başka çare kalmıyordu. Sanırım, üstad, hapishaneden kaçıp benim eve gelmeyi, bir müddet sonra da başka bir yere geçmeyi düşünüyordu. Oysa kaçmaya teşebbüs halinde iki yol vardı onun için: Ya duvarları aşacaktı ya kapıdan çıkacaktı. Duvarları aşması halinde, nöbetçiler tarafından vurulabilirdi. Kapıdan çıkması ise, gardiyanlarla uzun boylu bir anlaşmayla mümkün olurdu. Bu da üstad ve bizim durumumuzda imkânsız gibi bir şeydi. Diyelim ki, bütün bunlara rağmen hapishaneden kaçmağa muvaffak olup benim eve geldi (Ben o zamanlar, yurttan ayrılmış, fakülteye yakın, bahçe içinde, iki katlı küçük bir evin alt katında oturuyordum, üst katta ise ev sahibi oturuyordu), sabah, bütün gazeteler en büyük manşetlerle: “Necip Fazıl hapishaneden kaçtı!” Diye yazacaklardı. Ülkede büyük bir terör havası esecekti, O zamanlar böyle bir olay, anarşi devrinde ve hatta bugün alışılmış olduğu veçhile basit bir firar gibi düşünülmezdi. Tüm devlet gücü ve tüm ülke, bu konuyla meşgul olurdu. Fakültede de ilk akla gelen ben olurdum. Benim evimi polisin öğrenmesi işten bile değildi. Elleriyle koymuş gibi üstadı yakalarlardı. Ben de tabii ki tutuklanırdım. Evde giren çıkanın ev sahiplerince görülebileceği saklanmaya, elverişsiz bir yerdi. Kısacası üstadın kaçması ve benim durduğum evde gizlenmesi akıl kârı bir iş değildi. Ama idamın istenmesi ve hak hukuk mekanizmasının çok kötü işlemesinin doğurduğu umutsuzluk, Necip Fazıl Bey’i böyle çılgınca bir karara itebilirdi. Ben de bu kararın uygunsuzluğunu bütünüyle anlatır, ama yine de teşebbüse karar verirse yardım için elimden geleni yapardım, reddedemezdim, Yakalanmamızın yüzde yüz olacağına inansam bile, böyle bir karar vermesi halinde, ona uymam, saygı disiplin ve görev anlayışımın tabii bir gereğiydi.

Çarşamba ve pazar günleri Üstadın ziyaretine gittim. Fakat görüştürmediler. Kapıdan çevirdiler. İkinci hafta da Çarşamba günü yine görüştürmediler. Ancak, dördüncü ziyaretimde görüştük. Fakat bir şey söylemedi, Sanırım, zamanın geçmesi, dayısı oğlunun vazgeçmesi için ısrarı, üstadı bu yanlış ve tehlikeli düşünceden vazgeçirmişti.”

Vefa ve bağlılık, ancak bu şekilde olur. Şekiller değişir, devran döner, tarzlar çeşitlenir, ama öz aynı özdür. Ne mutlu bu özü taşıyanlara ve vefasını ömür boyu sürdürenlere…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Sakir Diclehan Arşivi