Şakir Diclehan yazdı: İbrahim Hakkı’nın şiirleriyle teselli bulan bir Karakoç

“Kılığımızdaki sefalet, ne petrol yokluğundandır ne de başka şeylerden.  Mütefekkirimiz yoktu. Bunu bugün beklemek biraz saçma. Çünkü dün de (Osmanlı coğrafyasında) yoktu. Bir İmam Gazali, bir İmam Rabbani, bir Muhiddin Arabi çapında bir mütefekkir gelmemiştir. O, halis bir devirdi. Onun son bakiyelerini “Marifetnâme”de görürüz. Sahibi İbrahim Hakkı "kopist” (kopyacı) olmakla beraber orijinal bir eser ortaya koymuştur. Zaman ve mekâna göre ilmin ne olduğunu onda bulursunuz. Kendisi bir dünya tecessüsü içindedir.”  Bu satırların sahibi üstat Necip Fazıl Kısakürek’tir ve son zamanlarda kaleme aldığım “Bilim ve Gönül Dünyasında Bir Yıldız ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI” isimli eserin arka kapağında yer almıştır.

Son yıllarda adından sık sık bahsedilmeye başlanan bu duygulu ve öğretici şairin öyle şiirleri vardır ki, üç asır geçmesine rağmen bugün de hala Kars’tan Edirne’ye kadar birçok insan, sıkıntıya ve dara düştüğü an bunları tekrarlamakta ve bu şiirler sayesinde teselli bulmaktan geri kalmaz.

Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın şiirleriyle teselli bulanlardan biri de-artık vefat ettiği içi- rahatlıkla söylenebilir, “çağımızın büyük düşünürü Sezai Karakoç”tur.

Evet, 1967 güzü geldiğinde, 34 yaşındadır Karakoç… Memuriyetten ayrılmış, çıkardığı dergi bir yıl sonra kapanmış, borçlu ve ümit vadetmeyen gelecekle baş başa biri olarak Cağaloğlu’ndaki evinde oturup vakit geçirmekte, geceleri de o zamanlar adeta bir akademi görevini yapan Marmara Kıraathanesi’ne gitmektedir. Kahve, bir nevi narkoz tesiri yaparak insana düşüncelerini unutturan, ya da bir gün sonrasına erteleten bir sığınak olmuştur kendisine...

Ve yine şiirdi ki, hayatın bu fetret döneminde büyük bir dayanak olarak ayakta durmasında manevi bir destek olmaktadır. Fakat böyle durumlarda asıl dayanak ve manevi güç, inançtır. Sabır ve tevekkül, kadere razı oluş, Allah'ın lütuf ve inayetinde ümidi kesmemek, şartlar ne kadar ağır umut kırıcı olursa olsun ye'se düşmemek gibi bir mümine has özellikler, ruha şahane bir direnç sağlar, insan, gereken zamanı böylece kazanmış olur.

Ve günü gelince de hiç ummadığın yerden kapılar açılır. Şüphesiz, hayat bir kararda durmaz, hava gibi gâh kapanır, gâh açılır. Karakoç diyor ki: “Böyle bir durumda, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin meşhur kıtasını insanın kendine tekrar etmesi, elbet büyük bir kuvvet ve teselli olur:

“En ummadığın yerde

Nagâh açılır perde

Derman olur ol derde

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler “

Yorgun bir çağın gitmekte olduğunu ve yeni bir çağın buluşlara kapı araladığını düşünen Erzurumlu İbrahim Hakkı, bazı yeniliklerin hayata geçirilmesini hedef olarak seçen bir bilgindir. Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Marifetnâme üzerinde kapsamlı ve orijinal bir doktora tezi hazırlayan ve aynı zamanda Sezai Karakoç’la ilgili dört eser kaleme almış bir araştırıcı olarak rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki, ikisinin arasında çok büyük benzerlikler vardır.

XVIII. yüz yıl, insanlığın bilim, eğitim ve kültür alanında önemli gelişmeler kaydederek bazı atılımların öngörüldüğü ve bunlara girişildiği bir çağdır. Güçlü bir devlet yapısına sahip olmasına karşılık, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir gerileme trendine girdiği ve Avrupa’dan teknik ve müspet bilimler alanındaki gelişmelerinden çok, yaşayış biçimine karşı, özellikle büyük şehirlerde bir ilginin yavaş yavaş başladığı görülmektedir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “su”yu konu edinen ve belki de Divan Edebiyatı’nın en güzel şiirlerinden biri olan “gazel”inde:

“Su havza kudüm eyler, şevk ile hücum eyler

Hem nağme-i Rum eyler, hem raks-i Freng eyler”

(Su havuza akmak için büyük bir coşkuyla akmaya başlar. Hem Anadolu’nun ezgilerini terennüm eder ve hem de Batı’nın dans gibi kavis çizer” diyerek suyun akışını “dans”a benzetir. Üstat Karakoç’a: “Erzurumlu İbrahim Hakkı, Batıyı görmediği halde dansı nereden biliyordu ve bunu şiirde bir “imge olarak kullanıyordu. Sezai Karakoç, İstanbul’da yaşayan gayr-i Müslimlerin serbestçe kendi geleneklerini yaşadıklarını ve dans ettiklerini, İstanbul’a iki defa gelen ve seyahat eden Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın da bunu gördüğünü ya da işittiğini ve şiirde rahatlıkla bir imge olarak bunu kullandığını söylemişti. Sezai Karakoç ta bir şiirinde “çay”ı dile getirirken:

“İçtiğimiz çay

Dans eden bir kadının ayak bilekleri gibidir

Judy Garland gibi çay

Kan gibi çay” der.

İslam medeniyetinin durgunluk dönemlerinde bazı düşünür ve sanatkârlar, ortaya çıkmış, unutulmuşluğa ve tozlu raflara terk edilmiş eserlerden yararlanmayı, bunları bilim, düşünce ve edebiyat tarihine kazandırmayı ve bırakmayı amaç edinmişlerdir daima…

Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Sezai Karakoç, bu yolun yorulmaz yolcuları ve dinmez araştırıcıları olmuşlardır hep. Eser ve şiirleriyle insanlığa ışık tutmuş ve adeta dağ başındaki fener gibi uzaklardan gelenlere rehberlik etmişlerdir. Karakoç, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın etkisiyle umut aşılayan ve sıkıntılara dayanmayı tavsiye eden bir şiirinde:

“Gün de doğar, gün de doğar

Bir gün mutlaka gün doğar

Gün doğmadan neler doğar

Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda”

Diyerek toplumun içine düştüğü ve saplandığı durgunluk ve donmuşluktan kurtulmayı, düzlüğe çıkmayı ve derlenip toparlanmayı aşılamaya çalışmıştır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Sakir Diclehan Arşivi