Mesut Fidançiçek
Mesut Fidançiçek Yazdı: Yakın geçmişin dinmeyen acısı; Sur
Sadık amca, 50 yıllık tescilli yapı olan evinin yıkılışının acısını hala içinde taşıyor. Çatışmaların sürdüğü 10 gün boyunca kadın ve çocukları gönderip oğullarıyla evde kalmışlar. Bin bir zorlukla aldığı evi O’nun için kentteki yaşam mücadelesinin simgesi adeta. Evlenmiş, çolul-çocuk ve iş güç sahibi olup kentte varlıklarını perçinlemişler. Çocuklarını evlendirip, torun sahibi olmuş, aynı avluda onların sesleriyle ömürlerinin son baharını renklendirmişler. Kendi tabiriyle, anılarla dolu evinden göçe mecbur bırakılmış ömrünün sonunda.
Sur’da çatışmalar sırasında ve sonrası merkezi bir kararla hayata geçirilen mekansal ve insani dönüşüm bir çok kişi için hala keşmekeşliğini koruyor.
Sadık Kartaca, çocukları ve torunları hem şahidi hem de asıl mağduru olarak çatışmalı sürecin acısını hala yüreğinde taşıyan eski Sur'un eski sakinlerinden sadece biri.
Kartaca'nın hikayesi, ciğerle, burma kadayıfla ve hatta yaratılan yeni kent algısının detaylarıyla tamamen zıt.
Sadık Amcayla yolumuz, Sobacılar Çarşısı’nın arka tarafında bir dönem ağırlıkta kalaycıların, şimdil ise antikaların da satıldığı bakırcı ve aktarların olduğu Melikahmet’e açılan sokakta çakıştı. Tesadüfen; belki de başka bir bilinçle oturduğumuz küçük esnaf lokantasında laf lafı açan bir sohbetle öğreniyoruz yaşadıklarının detayını.
Esnafa hitap eden 26 yıllık bir mekan; 3 kardeş ile çocukları toplamda 6 kişi çalışıyor, yabancı yok, bir nevi aile şirketi.
Büyüğü Yılmaz ocak başında, küçüğü Nurettin ise siparişleri alıyor, bazen yer değiştiriyorlar. Hoş sohbet bir adam.
Lokanta işine bulaşıkçılıkla başladığını, bir süre sonra dışarı servisine çıktığını, askerden sonra 1996’dan beri kardeşleriyle beraber burayı açtıklarını, daha sonra bin bir çabayla mülkünü aldıklarını bir nefeste anlatıp “ağzının tadını bilenlerin kendilerini tercih ettiklerini” ekliyor.
…
O sırada iki büklüm olmuş ama halinden beklenmeyen bir çabuklukla yaşlıca bir adam elinde bastonuyla geliyor. Ayağı kalkıp hürmetle selamlıyorlar, babalarıymış.
Torunları dedelerini de hesaba katıp önceden adana, dükkandaki bir kaç çeşit ızgarayı hazırlamışlar bile. Neredeyse her günün rutini saati saatine hazır sofraya sorgusuz bir otoriteyle oturup beraber yemeğe başlıyorlar.
Açığı kapatmak için Nurettin servisimizi yapıyor. Bir yerlere gereksiz yetişme telaşını erteleyerek, her zamankinden daha yavaş yiyoruz, anın tadını çıkarıyoruz.
Evim tescilli yapıydı, yıkıldı gitti
Yemekten sonra çaylar eşliğinde baba konuğumuz oluyor, hürmette kusur etmeden selamlıyoruz. Çay içerken gazeteci olduğumuzu öğrendiğinden belki de sesini duyurmak adına anlatmaya başlıyor.
Adı Sadık Kartaca, 80 civarında, sol gözü kanlanmış, beyazlar kaşlarına yetişmiş, ömrünün sonbaharını geçmiş…
Soyismine vurgu yapıyor; zalime karşı kahramanlık ve savaş hikayelerini çok da bilmeden Kartacalılar diye bir halkın olduğundan bahsediyor. Soyadı kanunda böyle bir soy isimin hem de dedeleri tarafından bile isteye seçildiğini anlatıyor.
Sonra mevzuyu Sur’a, sokak çatışmalarına ve yaşadıklarına getiriyor.
Mahallesinden (Hasırlı) açıyor bahsi. Kendisi ve üç çocuğu beraber kalıyorlarmış. Bekar olan çocuğunun evliliği için aldığı henüz paketleri açılmamış ev eşyaları dahil her şeylerinin o arbedede gittiğini söylüyor. İçi acımış yıkıma, çaresizlikle iki ateş arasında kadın ve çocuklar gönderilip 10 gün içeride kaldıklarını ve yıkımdan sonra devletin verdiği parayı da reddettiklerini söylüyor.
Patron Faxo’nun evi
Küsuratına kadar detaylandırarak evin net 168,5 metrekare iki katlı tescilli bir yapı olduğunu, mutfağın, odaların yerlerine kadar anlatıyor.
Evin yerini sorduğumda, “Patron Faxo’nun evini bilir miydin” diyor. Başımı “evet” manasında sallayıp dinliyorum.
“Patron Faxo’nun evinin karşısındaydı evimiz” diyor. Daha sonra evin Vakıfa verilip halı fabrikası yapıldığını, tamamı kadın 50 kişinin çalıştığını, (kadın çalışanlardan dolayı) karşı olanların yakmaya çalıştığını ve sonra içindeki malzemelerin vakıf tarafından çıkarılıp götürüldüğünü söylüyor.
Bir evin, bir şehrin hikayesi
Sadık Amca, biriktirdiği öfkesini yaşlılığın verdiği olgunlukla dizginleyip devam ediyor anlatmaya:
“Evin zemini de duvarları da Diyarbakır taşındandı. Taşların üzerinde beyaz desenler vardı, havuzlu, iki katlıydı. 1972’de ne altın kaldı, ne eşyalar hepsini satıp tam tamına 1 milyon lira vererek aldım evi, hiçbir şeyim kalmadı evi alıncaya kadar. Tapu falanda yapamadım. Satan adam müteahhitti. Bir gece evini toplayıp, kaçıp gitti İzmir’e. Kardeşim de İzmir’deydi, müteahhidin peşinden kalkıp İzmir’e gittim. Günlerce aradım ama bulamadan geri evime geldim. Neyse aradan 12 yıl geçti, umudumuz kalmamış, tapusu da olsa oturduk evde... Bir adam çıkıp geldi yanımıza. Müteahhidin kardeşiymiş. Adam ölmüş. Dedi ki ‘tapunu vermeye geldim.’ Şaşırdım, neyse namuslu adammış, kardeşine ölmeden meseleyi anlatmış da adam ta İzmir’den çıkıp geldi de tapumuzu verdi.”
Devlet yıkılan evi için bir miktar para teklif ediyor, almıyor. Artırıyorlar yine reddediyor. İlla de evim diyor Sadık amca.
Belli içi yanmış, kalkması gerektiğini söyleyip müsaade istiyor, saygıda kusur etmeyen neredeyse bir ritüel eşliğinde yolculuyoruz.
10 gün aç susuz, korkuyla içerde kaldık
Babanın ardından hikayenin geri kalan kısmına Nurettin devam ediyor.
Çatışmalar başladıktan sonra 10 gün kadınları ve çocukları akrabaların yanına gönderdikten sonra içeride kaldıklarını anlatıp, “Ne yaşadığımızı bir biz, bir Allah bilir! Aç, susuz ve korku içinde, bazen üzerimizden bazen yanımızdan geçen kurşun ve bombalarla tam 10 gün kaldık içerde… Evimiz dayalı döşeliydi, tavuk, horoz, güvercin vardı havlumuzda. Hepsi, her şeyimizle yıkıldı gitti evimiz. Devlet bize eşya parası olarak ev başı 5 bin 810 lira verdi. 3 evdik 17 bin lira civarında para aldık.
Her şeyimiz, çocukluğumuz, hayallerimiz gitti
Evimiz tapulu, kayıtlı, üstelik tescilli yapıydı. Çatışmalar bittikten sonra gittik baktık ev yıkılmış, hasar tespiti yapılmış. Annem babam, eşim, çocuklar ağladık, gözyaşları döktük. Çocukluğumuz, hatıralarımızla birlikte yıkılıp gitmişti her şey.”
Olaylar sona erer geri dönerler umuduyla Ulu Cami’nin arkasında bir eve taşınıyorlar. Bir süre idare ettikten sonra herkes bir yere dağılıyor. Üç ayrı kira, hepsinden önemlisi doğup büyüdükleri evden, hatıralarından kopuyorlar.
Daha da gözümüz oralarda
Nurettin devam ediyor anlatmaya: “Daha sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na gittik. “Size ne ev var ne dükkan var dediler. Niye yok? Bilmiyoruz.
Defalarca gidip gelmeler sonrası artık yorulduk.
Neyse 2018’de 300 bin lira verdiler, almadık. Mahkemeye verdik, daha da artırarak bir miktar para teklif ettiler kabul etmedik, mahkeme süreci de devam ediyor. Yapılan yerler ihaleyle verildi, bizi ihalenin dışında bıraktılar. Dedik bize içerden bir ev ya da işyeri verirler de sokağımıza, mahallemize döneriz. Vermediler, mağdur ettiler hepimizi, daha da gözümüz oralarda! Gidip görmek istemiyorum. Yıkılan geri gelmez, her şeyimiz, çocukluğumuz, hatıralarımız, komşularımız, evimiz gitti. Bari çocuklarımız mağdur olmasın. Hayatımızı insanca yaşayabileceğimiz şartları yerine getirecek bir sonucun mahkemeden çıkmasını bekliyoruz. Allah’ın izniyle alacağız hakkımızı, bizim malımızdır .”
Kartaca ailesinin hikayesi birçok Sur mağdurlarıyla neredeyse aynı. Devletin yıkım sonrası biçtiği parayı kabul etmiyorlar, kendileri gibi yüzlerce insanın olduğunu vurguluyor.
Kalkıp giderken, bilindik Sur hikayelerinden birinin asılı olduğu çarşıdaki insan telaşına takılıyor gözüm.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.