Veysi Ülgen
Veysi Ülgen yazdı: Bir bulut ağacıyım oysa
Kiraların artışına dayanamayınca, yeniden ev değiştirme telaşına düşmüştü. Ev sahiplerinin hayat pahalılığı ve yüksek enflasyon bahanesiyle artırmak istediği kirayı karşılayacak gücü, zaten yoktu. Uzun süren münakaşalar, mahkemeler, itiş kakışlar derken, daha küçük ve daha uzak bir mahalleye taşınmakla, mesele şimdilik noktalanmıştı.
Ancak oldukça kaygılıydı. Çünkü sadece eşyalar taşınmıyordu. Asıl olarak sakladığı, bir kenara attığı, unutmak istediği kimi eşyalarla yeniden karşılaşmaktan korkuyordu. Bunun için mümkün olduğu kadar anılarla yüklü eşyalara bakmadan paketliyordu. Böylece unuttuğu sandığı onca anılarla yüzleşmekten kaçınıyordu.
Ancak toplanırken yere düşen fotoğraf albümleri bu çabasını kısmen boşa çıkartıyordu. İşçiler eşyaları götürürken o hala albümle başbaşaydı. Yeryüzü sofrası hatırası için çekilen resmin arkasında ki şiirle anılarıyla karşılaşma kaygısı, nispeten azalıyordu.
“yeniden sızlıyorsa
meçhul yaraların
dokunmasın hiçbir derman
çünkü haksızlığa
dairdir tüm sızıların
sen belki ölümün
eşitliğine susamışsın
yaşamın zulmüne
direniyorken böyle
eşitsizce ve haksızca …”
Şiirle oldukça hüzünlendi. Elbette ölümün yaşama galebe çaldığı bir zamanda fotoğrafın arkasında bir aşk şiiri beklemiyordu. Ama bu kadarı ağırını da beklemiyordu. hangi duygu ona bu şiiri yazdırmıştı?
Bir yandan da şiire baktıkça resimlerle yüzleşme kaygısı da azalıyordu. Daha fazla cesaretlenince tüm fotoğraflara bakmaya başladı. Ve baktıkça fotoğraflarda kentin kuçelerini unuttuğunu fark etti.
Elbette kent yıkıldıktan sonra da fotoğrafçılığa devam etmişti. Ama uzun zamandır yanık taşlı kuçeleri resmedemiyordu.
Çünkü, ayakları onu hala yalnız başına kente götüremiyordu.
Çünkü, kente yaşanılanlarla yüzleşmeye hazır değildi.
Ama fotoğraflar eksikti. Ve hala çekilmeyi bekliyordu.
Belki fotoğraf çekmesi için gitmesi gerekmiyordu. Zaman ilerliyor, fotoğrafçılık çağ atlıyordu. Dron fotoğrafçılık ile en ulaşılmaz yerlerin resimleri alınıyordu.
Öyle ya kentten ayrılıp mültecileşenler teknoloji ile kenti yaşamaya çalışıyordu. Telefonlarla canlı bağlantılar, whatsapplar, telegramlar, videolar , sınır ötesi kentlilerin hasreti gideriliyordu.
Belki kentin tarihi sorumluluklarından kaçıyorlardı
Belki de duyguları ölü bir kentle beraberliklerine muhtaçtı.
Ama onlar gibi yapamıyordu.
Çünkü eksik bir şeyler vardı.
Çünkü kuçelerle sıcak temas yoktu.
Çünkü taşların soluğunu alamıyordu.
Çünkü onların diliyle konuşamıyordu.
Her şey çok uzaktaydı ve çokça dokunulamazdı.
Fotoğraflara bakmaktan vazgeçti. Evin son eşyası çıkarken, işçilerden biri resmin arkasında “ bir bulut ağacıyım oysa” başlıklı şiiri okuyordu.
“ve anımsanmışsam
dost meclislerinde
ve özlenmişsem
sevdalı yüreklerde
ve kanıksanmışsam
karabasan rüyalarda
ve vurulmuşsam
meçhul zamanlarda
yoksun demişse
asi gözlerin
şimdi ırak iklimlerde
bir bulut ağacıyım
bir başıma
yalnız dağların
yalnız kayalıklarında
bekliyorum sabırsızca
güllerin şafakla açacağı
meçhul zamanı
ve bekle beni
yağmurlaşıp
göz pınarlarına
ve dost yüreklere
akacağım sağanakça…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.