Veysi Ülgen
Veysi Ülgen yazdı: Belki konuşacakları vardı, kalbimizin…
Kentin uykusuz bir gecesinde sosyal medya paylaşımlarıyla sabaha varmaya çalışıyordu. Orada olmak gözü açık rüyada olmak gibi bir şeydi.
Paylaşımların birinde o siyah beyaz fotoğrafa rastladı. Fotoğraf fakülte bir alt sınıfından arkadaşlara aitti. Ve belli ki öğrenci kantininde çekilmişti. Masada bir çok kişi ciddi ciddi birini dinliyorlardı. Sonra fotoğrafın altında ki yorumları okudu. Otuz yıla yakın bir zaman geçmişti. Herkes birbirini kolayca tanımıştı. Ama masada kısa saçlı, kola yakalı, koyu elbiseli genç kızı kimse tanıyamamıştı. Sınıftan biri olmadığı kesindi. Herkes birbirine soruyordu.
’ Bu gizemli kız kimdir, aramıza o gün neden katılmıştır?’
Gecenin karanlığında evden çıktı. Sokakta modern kentin ışıltıları içinde uyuyamayan gergin kentlileri rasgele yürüyordu.
Belki her kentli gibi o da gerginliğine yenilmişti.
Belki de anılarına bir yolculuktu onunkisi…
Surlara daha çok vardı. Yürüdü ve anılarında durdu. Durdu ve anılarında yürüdü…
Saraykapı’dan, sur boyu uzanan sokakta, sur duvarlarına bakan iki katlı bir evin önünde durdu. Burada bir zamanlar sınıf arkadaşı Urfalı Halil İbrahim kalıyordu. Finallere rasgelen on günlük bir gözaltı yüzünden bütünlemeye kalmıştı. Bu yüzden kente erken gelmişti. O dönem öğrenci yurduna girişi yasaktı. Hısımlarıyla hasım gibiydi. Otelde kalamaz ve bir ev tutamazdı. Konaklayabileceği tek yer Halil İbrahim’in eviydi. Yaşça daha büyük olan İbrahim’in babası ağaydı. Normalde pek uyuşamazlardı. Ama ona sığınmaya da mecbur kalmıştı. İbrahim de onun gibi bütünlemelere kalmıştı. Ancak kendisi gibi pek umursamıyordu. O ise çok sıkı ders çalışıyordu.
Pencere surlara, surlar dağlara, dağlar umuda açılıyordu. Ama oralardan konuşmak İbrahim’e kolay olsa da ona ağır geliyordu. Kısık sesle dinlenen yasaklı Şıvan’ın kasetinden yükselen Cîgerxwîn besteleriydi onları öyle umutla konuşturan. Yoksa o karanlık dönemde umudu aramanın yeri Kaf dağının ardı gibi bir yerdi.
Ve sıra yine onu konuşmaya gelmişti. Urfa’nın esmer genci, sınıf arkadaşı İbrahim, kim bilir ona kaçıncı telkinini yapıyordu.
“Ahmet neden ondan kaçıyorsun. Devrim aşktan, aşk devrimden kopuk değildir. Sen ona aşıksın. Onun da bence sende gönlü var. “
“Bunu nerden çıkardın?”
“Okuluna bir ay var. Ama çekip gelmiş. Çünkü burada olduğunu biliyor. Görüyorum her gün Güven çay bahçesinde birliktesiniz. Bir gün de buraya davet et. Sohbetinizi burada yapın. Çayınızı burada için. ”
“Kendine gel İbo. Peyman ile sadece arkadaşız. Yoldaşız. Evet ona karşı duygularım var. Ama bunu yapamam. “
“İkinizde gençsiniz. Bırak bu yoldaşlık laflarını. Açıl ona. Göreceksin çok iyi olacak. Bana teşekkür edeceksin.”
“Açılsam ne olacak. Evlenmek şimdilik düşündüğüm bir şey değil. Bu zaman da bu kentte, senin düşündüğün gibi onunla sevgili olmam da mümkün değil.”
“Senden beklentisi var. Hadi sen oraya serin diye ders çalışmaya gidiyorsun. O ne diye her gün Güven’e geliyor. Görenler bunlar ihtilal için mi birlikte diyorlar! Öyle demiyorlar. ”
Belki İbrahim haklıydı. O sarımsı saçlarının kapattığı zeytin gözleri ve selvi boyuyla bu genç kadın ne diye okula erken gelmişti? Ve ne diye her gün onunla buluşuyordu?
Ertesi gün uykusuz ama oldukça enerjik haliyle evden çıktı. Ona söz verdiği gibi Ahmed Arif’’in şiir kitabını verecekti. Dağkapı da Doşo amcanın gazetecilik kadar kitapçı gibi çalışan büfesine uğradı. O zamanlar kitapları ondan sipariş ederlerdi.
Kitabı aldı. Her zamanki gibi genelde üniversite öğrencilerinin oturduğu Tekkapı yakınında sur dibinde Güven adlı çay bahçesine uğradı. Güzel bir sonbahar günüydü. Ve her zamanki gibi söğüt ağacının altında oturdu. Bu aralar tava da yapmaya başlayan, işi büyütmeye kararlı ciğerci Recep Usta ya uzaktan selam verdi.
Ağacın tepesinde ki hoparlörden karışık özgün müzik çalıyordu. Çok heyecanlıydı. Kitabın ilk sayfasına bir şeyler yazdı. Ve sabırsızlıkla onu bekledi.
Ve sonunda kırmızı bir elbiseyle çay bahçesinin kapısında göründü. Sarı saçlarını kısaltmıştı. Her zamanki gibi çok zarif yürüyordu. Ve her zamanki gibi sevinçle oturdu. Kitabı aldı. Girişte ki ‘ belki konuşacakları vardır kalbimizin’ yazısını okuyunca önce kızardı. Sonra alışık olmadığı küçümseyici bir gülümsemeyle baktı. Sonra da yüzü birden asıldı. Saçları dikleşti . Sanki masada başka biri oturuyordu. Gözlerine vuran kızgınlığından korkmuştu. O sayfayı yırttı. Kalkıp gitti. Çok sonra geri döndü.
“Evet Ahmed, şu kalbine söyle de konuşsun…Evet dinliyorum…”
Anlamıştı her şeyin bittiğini. Normale dönüp ‘ sana yazdığım şiirleri konuşmak istiyordum’ diyebilirdi. Ya da ‘ aslında öğrenci mücadelemizle ilgili kaygılarımı konuşmak istiyordum’ da diyebilirdi.
Artık onunla bir daha normal olamayacağını anlamıştı.
“Kalbim şu yanık taşlar gibi susarak der.”
“Ne der?”
“Mesela bir ömür boyu hayat yoldaşlığı der…”
Saçları dikleşmiş o genç kadın çok sinirlendi .
“Senden bunu beklemiyordum.”
“Ne bekliyordun benden. Benimle hep berabersin. Söyle bakalım senin için ne ifade ediyorum.”
“Sana kardeşim gibi baktım. ”
“Ama biz kardeş değiliz. Arkadaş deseydin belki olurdu. ”
“Kız kardeş gibi baktım ben…”
Suriçi qirix gençlerin neden sevdalarını içinde sakladıklarını, ilan-ı aşktan niçin uzak durduklarını şimdi daha iyi anlıyordu. Mesele duyguların incinmesine izin vermemekti. Kendisi, İbrahim’i dinlemiş, duygularını açmış ve oldukça incinmişti.Birkaç gün sonra İbrahim le birlikte gittiği Balıklıgöl kenarında kendine gelebildi. Ve o anı unutmaya çalıştı.
Ama onun unutması bir anlam ifade etmiyordu. Ona kız kardeş gibi baktığını söyleyen Peyman tarafından sürekli incitiliyordu. Cezaevinden arkadaşlarıyla çıktığında karşılayanlar içinde o da vardı. Herkesin elini tutmuş onun yüzüne bile bakmamıştı. Tüm öğrenci etkinliklerinde, toplantılarda artık Peyman adında adeta yeminli bir düşmanı vardı. Onu red etmesi elbette hakkıydı. Ama böyle bir düşmanlığa gerek yoktu. Ve düşmanlığı kendisine zarar vermiş, onca bedele rağmen çevresinden kopmak zorunda bırakmıştı. İlginç olan hiçbir fikir arkadaşı ona bunu Ahmed’e neden yapıyorsun diye sormamıştı. Kendi incinmesi kimsenin umrunda olmamıştı. Elbette bu sadece onun başına gelen bir şey değildi. Kimbilir kimler ne kırılmalar yaşıyordu.
Kimsenin hala tanımadığı o fotoğrafa baktığında aslında ona kızgın olmadığını anladı. Çünkü sonraki yıllarında aynı kırılmaları tekrar tekrar yaşayacaktı. Bu belki tarihleriyle, belki kültürleriyle, belki de öğretilmiş davranış biçimleriyle alakalıydı.
Fotoğraf belli ki o heyecanlı günlerinden birinde çekilmişti. Ve umuda gülümser bakışları hala etkileyiciydi. Elbette umutlandığı ve aldandığı sadece bakışları değildi. Bir hayat arkadaşı, bir yoldaşı olabilmenin verdiği bir güven yanılsamasıydı. Bu yüzden resme eski bir dost gibi bakıyordu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.