Üşüyen pencerelerin ardında büyüdüm ben;
çocukluğumun soğuğu yalnızca bedenimi değil,
ruhumun uçurumlarını da dondurdu.
O pencereler, dışarıyı değil — içimdeki sessizliği gösterirdi.
Duvarlar konuşmadı, çünkü suskunluk da bir dildir;
saatler ise zamanı değil, bekleyişin ağırlığını ölçtü.
Bir dua kırıldığında anladım,
insanın inancı bazen kendi eksikliğine yönelir.
Ben, hayatın tam ortasında,
ne tamamlanabilen ne de eksilebilen bir varlık gibi durdum.
Bir çiviydim belki — duvara çakılı bir hatıra;
ya da bir izdim — taşın hafızasında silinmeye direnen bir yankı.
“İyiyim.” dedim,
ama kelimeler, insanın kendine kurduğu en zarif yalandır.
İçimde bir çocuk hâlâ annesinin tenini arar,
bir kadın hâlâ doğunun rüzgârında kendi adını fısıldar,
ve bir ben hâlâ aynalarda kendine bakmaktan korkar.
Bu doğu, dedim — yalnız bir coğrafya değil, bir kaderdir.
Bu kalp, dedim — kendi ağırlığını taşıyamayan bir dağ.
Ve bu dağ, her sabah biraz daha kendine benzeyen bir yalnızlığa dönüşür.
Baktım, aynalar artık insanı değil, suskunluğu yansıtır olmuş.
Ben de konuşmayı değil, susmayı seçtim;
çünkü bazı cümleler, söylenmeden daha gürültülüdür.
Sonra sen gittin.
Bir yağmur başladı, isimsiz ve yönsüz.
Dikenli sokaklarda yürüdüm, kelimelerimi kaybettim.
Kırk soruda sustum, kırk gecede titredim,
ve her defasında dedim ki:
Bu ses bende kalacak,
Bu iz silinmeyecek.
Ben hep dik durdum.
Ama içimde biri hâlâ eğik.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.