Belki tabuta değil kendilerine ağlıyorlardı

Son zamanlarda onun için mezarlıklar artık sıklıkla gidilen mekanlardı. Neden hep mezarlıklara sıkça gidiyor diye kendine sormuyordu. Aslında soramıyordu.

Belki ölümlerin peşi sıra hızlıca arttığı coğrafya da, gitmeye mecbur kalıyordu. Belki de mutlu olamadığı gerçek mekanlardan gideceği ebedi mekanda, mutlu olmanın hayalini kurmaya gidiyordu.

Oysa çocukların kuşlarla birlikte cıvıldaştığı, kavganın ve çekişmenin olmadığı, rengarenk güllerin serpildiği, cennetten bir köşe bahçeleri sıkça gezmek isterdi.

Ama ölümün, yaşama baskın geldiği, her an sürpriz yaptığı, cehennemin yüzünü gösterdiği bir coğrafya da yaşıyordu. Evet, burada her an herkes ölebiliyordu. Ve her an herkes öldürülebiliyordu.

Maalesef her ölüm yeni ölümlere bahane oluyordu. Hiçbir ölüm bir toplumun topluca öldürülmesine bahane olamaz diye düşünenler cezalandırılıyordu. Herkes, hep beraber, bir ölüye karşılık daha fazla ölüm diye bağırıyor ve bolca alkış alıyordu. Onlar için intikam zamanıydı. Ve bir anda binler, on binler ölebiliyordu. Bazıları mezarlara konulma şansını da yitiriyordu. Bu zamanda ve bu coğrafya da böyle şeyler oluyordu.

Ve bir gün kendini, bir tabutun içinde , ebedi mekan yolcusu olarak buluverdi. Nasıl ölmüştü, ya da nasıl öldürülmüştü, bilmiyordu.

Yan yana üç tahta tabut içinde duruyorlardı. Birden ağıtlarla beraber takım elbiseli ya da şalvarlı , ama siyah , ama kaliteli, kimisi siyah gözlüklü, kimisi beyaz fesli , traşlı ya da sakallı kalabalık bir grup geldi. Arkaların da gri pardesü ve eşarplarıyla kadınlar duruyordu. Hiç birini tanımıyordu . Ama onun tabutuna dokundular. Önlerinde manevi kıyafetleriyle sakallı hocalar sürekli Qur’an okuyordu. Tabutu bu kadar ilgi gördüyse mutlaka yanlış giden bir şey vardı. Biliyordu, onu arayan soran olmazdı. Ve burada da çok da kimsenin umrunda olmazdı.

Ve tabutları karıştırdıklarını anlaması uzun sürmedi. Mezarcılardan biri tabutlara baktı.

“Kenardakinin sahibi yok. Onu aradan çıkaralım. ” dedi.

Sahipsiz denilen tabut aslında kendi tabutu olmalıydı. Fakat kendi yerine başka bir tabut götürülüyordu. Nereye götürdüler bilmiyordu. Neden acele götürdüklerini de bilmiyordu.

Yaşarken şansı ona hiç gülmemişti. Şimdi ölürken şans ona gülüyordu. Demek ki şansa dair umudunu, tabutta bile olsa yitirmemeliydi.

Götürülen meşhur adam muhtemelen hayatta çok şanslıyken, tabutu o kadar şanslı değildi.

Özel hocalar, itinayla taşımalar, kalabalıklarca kılınan cenaze namazı hoşuna gidiyordu. Yaşamında onca haksızlık ve değersizlik karşısın da, yanlışlıkla da olsa verilen değerden memnundu. Şimdi kendisine çokça ağıt yakılıyordu. Artık gömülmeye ramak kalmıştı.

Sonra birden bir çığlık duydu. Çığlığın sahibi karalar içinde gri eşarplı bir kadındı.

“Tabutu açın babamı görmek istiyorum!”

Bu çığlık onu ürkütmüştü. Yoksa öldükten sonra ona gülen şansını kaybediyor muydu?

Olanlar bir şaka mıydı?

Ama kimse tabutu açmaya cesaret etmiyordu. İmam suskun ve hareketsizdi. Alt tarafı yüzünü göreceklerdi. Ve onu asıl gitmesi gereken yere götüreceklerdi. Onun için değişen bir şey olmayacaktı.

“Tabutu açın babamı görmek istiyorum!”

Herkes siyah elbiseler içinde beklemedeydi. Samimi bir içtenlikle haykırıyordu genç kadın. Artık kendi durumunu önemsemiyordu. Kadına daha çok acıyordu. Kadın çığlık atıyor, ama kimse tabutu açmıyordu.

Tabutu neden açmıyorlardı? Birinden talimat mı bekliyorlardı? Adam çok kötü bir şekilde mi ölmüştü. Yüzü çok mu değişmişti. Bakılacak gibi değil miydi? Ya da yüzüne genç kadın dışında kimse görmek mi istemiyordu?

Kadın neden yüzünü ısrarla görmek istiyordu. Yoksa gerçekten adamın yerine bir başkası mı ölmüştü. Kriminal bir olaya mı şahit oluyordu.

“Tabutu açın babamı görmek istiyorum.”

Ama tabut bir türlü açılmıyordu. Aslında açmak o kadar zor değildi. Yapacakları tabutun kapağını açmaktı. Bunu yapabilecek çokça insan vardı. Kadının kendisi bile açabilirdi?

Kendisi için artık yanlış tabutta olmanın bir önemi yoktu. O her tabuta girebilir, her mezarda yatabilirdi. Adamın yerine geçmesin de de hiç bir suçu yoktu. Ağıtlar arasın da tabutu karıştırmışlardı. Demek ki tabuta ağladıkları kadar hassas davranmamışlardı.

O zaman bu kadar ağıdın anlamı neydi?

Belki tabuta değil kendilerine ağlıyorlardı.

Belki de birbirlerine ağlama ihtiyaçları vardı.

Ve belki de ölmenin de eşit olmadığı bir coğrafya da herkes kendi ölüsüne ağlıyor gibi yapıyordu.

Kan ter içinde uyandı. Rüya bile olsa öldükten sonra şanslı olmasına seviniyordu. Günlerdir ölüm haberleri üstüne rüyasında tabuta girmesi de normal diyerek, silkinerek dışarı çıktı.

Dışarıda şafakla başlayan heyecanlı bir sonbahar günü onu bekliyordu. Sadece güneşi izlemek bile yaşamanın güzelliğini hissetmeye yetiyordu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Veysi Ülgen Arşivi