Veysi Ülgen
Belki de hayat kendini tekrarlıyordu
Sabahın en erken deminde taş avlunun ortasındaki dut ağacının altında beyaz güvercinleri bekleyen adamı seyrediyordu. Birden beyaz güvercin takımı kimisi takla atarak, kimisi hafifçe süzülerek, kimisi dans ederek avluya iniverdi. İbrahim Hoca için şimdi onları sevmek ve yemlemek zamanıydı. Sonra yemlenen güvercinler birer ikişer kanatlanmaya başladı.
Güvercinlerle sabah mesaisi biten İbrahim Hoca öğlen mesaisine gitmeye hazırlanıyordu. Ailesini memlekete gönderdiğinden beri güvercinler yeni ailesi olmuştu. Eylül darbesi üzerinden yedi yıl geçmişti. Herkes için zor zamanlardı. Dışarıda olmak bile zordu. İçeriden insanlar sanki on yaş ihtiyarlayarak çıkıyordu. Ve yaşadıkları işkenceleri, konuldukları kötü ortamı anlatarak dışarıdaki karamsar havayı daha da ağırlaştırıyorlardı. Fiziken yaşlanmanın yanında sanki fikirler ve hayallerde yaşlanıyordu.
Seçimler yaklaşıyordu. İbrahim Hoca gibi birçok kişi heyecanla seçimleri bekliyordu. Yine onun gibi radikal, parlamenter demokrasiyi küçümseyenler şimdi parlamentoyu umut eder olmuştu.
Bu başlı başına darbenin bir sonucu muydu?
Yoksa eksik kalan bir şeyler mi vardı?
Hayallerin kurgusunda mı bir hata vardı?
Kurgu mu iyi işlenmemişti?
İbrahim Hoca avlunun demir kapısını sertçe kapatmasıyla kendine geldi. Şimdi tek başına kafasındaki sorulara yanıt bulmaya çalışıyordu. Artık genç biriydi. O da birçoğu gibi yeniye ve tabii ki geleceğe bakmak istiyordu. Yaşça büyük olsa da İbrahim Hoca onun en iyi arkadaşı olmuştu. Birlikte gazete haber ve yazıları yorumluyorlardı.
Birkaç gün sonra bir sabah İbrahim Hoca avludan ona seslendi.
“Ahmet işin yoksa öğleden sonra Yenişehir sinemasına gidelim.”
İlk başta sinemaya güzel bir film gelmiştir diye heyecanlandı. Ama sinemada siyasi partilerin toplantısını görünce şaşırıverdi. İbrahim hoca onu neden bu toplantıya getirmişti. Yalnız mı gelmek istememişti? Yoksa bu kendisini politikleştirme adımlardan biri miydi?
Muhalefet partisinin Yenişehir Sinemasında gerçekleştirdiği salon toplantısı onları heyecanlandırmıştı. Çocukken kaçak girdiği filmlerle tanıdık sinema salonu bu defa birleşme kararı alan iki siyasi partinin toplantısına tanıklık yapıyordu.
12 Eylül darbesiyle işinden atılan İbrahim Hoca’nın umutlanması onu da sevindiriyordu. İşten atıldıktan sonra birkaç yıl hapishanede kalmıştı. Ailesi memlekete gitmemiş burada kalmayı tercih etmişti.
Çünkü bu kenti çok seviyordu. Şimdi Saraykapı’da bir lokantanın kasiyerliğini yapıyordu. Öğlen gidiyor, gece yarısı dönüyordu. Elbette içeriden çıktığına seviniyordu. Ama arkadaşları hala içerde olduğu için bir o kadar üzgündü. Geçim derdi umurunda değildi. O aslında eğittiği, yaşama hazırladığı çocukları özlüyordu. Ve o şimdi çocuklara öğrettiği ‘hak ve eşitlik’ ilkesinin kavgasını verememenin sıkıntısını yaşıyordu.
Ve mücadelesin de geldiği nokta karşı çıktığı bunun için bedel ödediği burjuvazinin seçim oyunlarıydı. O da birçokları gibi umudunu muhalif partilerin kazanmasına bağlamıştı. Ve birkaç gün sonra Dağkapı’da gerçekleşecek seçim öncesi büyük mitinge hazırlanıyordu.
Ancak miting sabahı İbrahim Hoca evden dışarı çıkmadı. Bir süre avlu ortasında onu bekledi. Çıkmayınca kapısını vurdu. Kapıyı uykusuzluktan şişkin gözlerle açtı. Saçlarını ve bıyıklarını kesmişti. Muhtemelen tanık olduğu iç çelişkilerinden uyuyamamıştı.
“Ahmet ben mitinge gelmiyorum… Seçimden ve seçim sonrası oluşacak hükümetten hiç bir beklentim yok Ahmet. Kendimi kandırmaktan vazgeçtim. Evet yenildik. Ama bu haklılığımızı ve yolumuzun yanlışlığı anlamına gelmez. Başka türlü yol almam lazım. Çok sevdiğim bu kentten üzülerek ayrılıyorum. Sizler, bu taş avluyu, güvercinler, kuçeleri, surlardaki sohbetleri bırakmak elbette çok zor. Ama mecburum…”
Ona sarıldıktan sonra kapıyı kapattı. Avludan çıkınca kafası karışmıştı. İbrahim hoca bir gecede karar değiştirmişti.
İbrahim Hoca’yı anlayabiliyordu. Çok değil sekiz yıl önce ‘özgürlük ve devrim’ diye haykırdıkları o meydana bir partiyi alkışlamaya gidemezdi. O mitinglerde kol kola olduğu arkadaşların çoğu ya tutuklanmış ya da yurtdışına kaçmışlardı.
Bir seçim onları gerçekten kurtarabilir miydi?
Romanlardan okuduğu devrim hikayelerinden olsa gerek aslında oda İbrahim Hoca gibi seçime inanmıyordu. Belki birileri inanmak istiyordu. Belki de onların romanlardan daha iyi bildiği şeyler vardı.
Bu sorularla kuçelerden bankaların olduğu caddeye çıktı. Yeşilçınar çay bahçesinde büyük bir kalabalık vardı. Ellerinde pankartlar ve parti bayrakları vardı. İnsanlar dört bir yandan Dağkapı meydanına akıyordu. Gökdelenin önünden Gazi Caddesi’ne kadar tıklık tıklım dolmuştu. Kalabalıklar meydandaki Atatürk heykelinin yanındaki bahçeye taşmıştı.
Bu kalabalığı görünce seçim kesin kazanılır diye düşünüyordu.
Ve seçim oldu. Yine iktidar partisi kazanmıştı. İbrahim hoca ile konuşmak isterdi. Ama gelmemek üzere gitmişti.
2 yıl sonra üniversitede kentte öğrencilerin eylemleri konuşuluyordu. Bir gün eve İplik Fabrikasında çalışan dayısı geldi. Sakal uzatmıştı. Babasının ona “Sen de demek ki hak yoluna geldin. Sofiler gibi sakalı bırakmışsın.”
“Evet, hak yolun buldum. Ama bildiğini gibi değil. Mücadele ederek buluyorum. Arkadaşlarla birlikte toplu sakal bırakma eylemi yapıyoruz. “
Babası kahkahayı bastı. “Sakal bırakarak mı hakkını alacaksın.”
“Başka eylemler de yapacağız. Ama hep birlikte.”
Evet, dayısının eylem biçimine kafası takılıvermişti. Gece topluca nöbete kalmalar, topluca sembolik boşanmalar, topluca yürüyüşler derken greve tanık olmuştu. Sonra dayısının maaşının artmasıyla onunla dalga geçen babası da ona hak verecekti.
Ve doksanlı yıllar zor olduğu kadar başarılı ve kazanımlı yıllardı. Sokağa taşan emeğin gücü 12 Eylül darbesinin getirdiği baskıcı rejimi asıl olarak sokakta bitirmişti. Ve siyasetin sadece seçimden seçime oy kullanmak olmadığını göstermişti.
İbrahim Hocadan bir daha haber alamadı. Onun durumunda olanlar işe geri döndü. Hayat kendi döngüsünde akarken yıllar sonra İstanbul’da muhalefetin görkemli mitingine tanık oldu. Mitingde kulak misafiri olduğu bir sohbete “bu defa seçimi kesin alıyoruz” demesine, “Sen mitingin kalabalığına bakma. Seçim kazanmak bu düzende çok zordur. Hem seçimide fazla abartmayın.” diye katılıvermiştı.
Ve yine yıllar sonra yine tek umudun seçim olarak gösterildiği günler, onu yine yıllar öncesinin yaşanmışlıklarına götürüyordu. Bu seçim çok mu önemliydi? Gerçekten söylendiği gibi bir değişime sebep olabilir miydi? Yoksa gerçekten anlatıldığı gibi felaketin habercisi miydi?
Belki hayat kendini tekrarlıyordu.
Ve belki de sokaklarda ki heyecanı yeniden yaşayacağı günleri olacaktı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.