Şakir Diclehan Yazdı: İslam Birliği ve Cemaleddin Afgani -II

Bir önceki yazımızda “İslam Birliği ve Cemaleddin Afgani” konusunu işlemiştik. Bugün İslam dünyasının tekrar ayağa kalkması için İslam Birliği’nde başak çare yoktur.  Tarihte büyük uyarıcılar gelmişlerdir ve büyük tepkilerle karşılamışlardır her zaman. Ama sonunda onlar, yeni ve büyük yollar açmışlardır.

Cemalediin Afgani, tüm olumsuz değerlendirmelere karşın çok büyük etkisi olmuştur insanlar üzerinde. Geçen yazımızda onun hayat seyrini ve seyahatlerini anlatmıştık. Bu incelememizde, konuyu irdelemeye devam edeceğiz. Yaptığı seyahatler sonunda İran’ı seçen ve oraya geçen Afgan, mizacı gereği haksızlıklara tahammül etmeyişinden ötürü İran Şahı’yla ters düşer ve ülkeden ayrılmak için izin ister. Bu defa hedefi Rusya’dır. 1886-1889 yılları arasında Rusya’da kalan Afgani’nin buradaki faaliyetleri, ayrıntılı olarak ne yazık ki pek bilinmiyor.

Orada da rahat durmayan Afgani, Paris’e gitmek niyetiyle yola çıkar ve Almanya’nın Münih kentinde İran Şah’ı ile karşılaşır ve ikinci defa oraya davet edilir. Afgani, yönetime karşı tenkitlerini ve ıslahat tekliflerini sürdürünce, yine şahın gözünden düşer. Dokunulmaz bir yer olan Şah Abdülazîm Türbesi’ne sığınır, burada ders ve telkinlerine devam eder. Şah, mekânın dokunulmazlığını çiğneyerek bir bölük asker vasıtasıyla Afgani’yi çetin kış şartlarında buradan aldırır ve Basra yakınında sınır dışı eder. O dönemde Basra, Osmanlı toprakları içinde önemli bir merkez konumundadır. Afgani, bu tarihten itibaren şah aleyhinde çok ağır sözler söyler, tahriklerde bulunur, bu yüzden de daha sonra şahın öldürülmesinden sorumlu tutulur.

1891’de Basra’dan tekrar İngiltere’ye dönen Afgani, Londra’da yazılar yazmayı sürdürür, çeşitli İngiliz gazetelerinde ve çıkmasında etkili olduğu Żiyâʾü’l-ḥâfiḳayn (Doğu ile Batı arasındaki Işık) adlı haftalık dergide İran şahı aleyhine yazılar kaleme alır, ayrıca ileri gelen Şîa ulemasına mektuplar göndererek şahın hal’ edilmesini ve makamından uzaklaştırılmasını ister.

Sultan Abdülhamid de Afgani’nin şöhret, etki ve kabiliyetlerini göz önüne alarak ondan istifade edebileceğini düşünür. Nihayet Afgani, Londra elçisi Rüstem Paşa aracılığı ile İstanbul’a davet edilir. Birincisinde mazeret beyan etse de ikinci davete icabet ederek İstanbul’a gelir. İstanbul’da iyi karşılanır, Sultan tarafından kendisine Teşvikiye’de bir ev, araba, at verilir ve yüksek bir maaş bağlanır. Ayrıca saraydan bir kızla evlendirilmek istenir, fakat kendisi bunu kabul etmez.

Aslında bu bir göz hapsiydi onun için. Her ne kadar “İslam Birliği” tezini savunsa da aslında II. Abdülhamid’in düşündüğü ve kafasında tasarladığı “İslam Birliği” farklı idi. Çünkü İslam Birliği’nin hararetli savunucularından Mehmet Akif, Sultan’ı yerden yere vuruyordu:

“Rezil olduk... Sen ey kâbûs-i hûni, sen rezil ettin!

Hamiyet gamz eden bir pâk alın her kimde gördünse,

"Bu bir cânî!" dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse.

Müvekkel eyleyip câsûsu her vicdana, her hisse,

Düşürdün milletin kahraman evlâdını ye'se.

Ne melu’nsun ki rahmetler okuttun ruh-i İblis'e”

Afgani, kısa zamanda yeni bir çevre edinir, âlimler, edipler, siyasîlerin meclisine devam eder, Özellikle Ramazan gecelerinde sahura kadar süren sohbetlere katılır. Osmanlı Devleti’nin zayıfladığı, İslâm dünyasının birlik ve bütünlüğünü kaybettiği, bilim ve teknolojide gerilediği, iktisaden zayıf düştüğü, Batılıların İslâm ülkelerinin büyük bir kısmını sömürge haline getirdikleri, siyasî ve kültürel hâkimiyetleri altına aldıkları, cehalet, bid’at ve hurafelerin Müslümanları, dinin özünden uzaklaştırdığı bir dönemde doğup büyüyen, değişik hocalardan birçok ilim ve irfan merkezinde ders alarak zamanına göre iyi bir öğrenim gören Afgani’nin inanç ve düşünce dünyası bu maddî ve manevî iklim ve şartlar içinde oluşmuş ve gelişmişti zaten...

İslam Birliği Hakkındaki Orijinal Görüşleri

Afgani’ye göre, “İslâm birliğinin manevî merkezi Mekke ve Medine şehirleridir. İslâm ülkelerinde bulunan hamiyetli âlimler birlik için çalışan merkezler kurmalı, bunların ana merkezi de Hicaz’da olmalıdır. Müslümanlar her hac mevsimi burada toplanarak ortak meseleleri görüşmeli, fikir alışverişi ve iş bölümü yapmalıdırlar. Hilâfet konusuna gelince siyasî, askerî, ekonomik, kültürel bir birliğin vücut bulabilmesi için tek bir otorite merkezine ihtiyaç vardır, bu da halifedir. Gerçek hilâfet örneği ilk dört halife döneminde görülmüştür. Bu makama akıl, fazilet ve yönetim ehliyeti bakımından en uygun olanın getirilmesi gerekir. Yönetim ümmetin katılımı ve meşveret usulü ile yürütülür. İslâm dünyasında birden fazla yönetimin bulunması birliğin gerçekleşmesini engeller. Afgani, bu esaslar açısından geçmişe bakmış ve şu kanaate varmıştır: Osmanlılar Balkanlar ve Avrupa yerine İslâm dünyasına yönelseler, hükümet merkezini Hicaz’da kursalar ve Arapça’yı resmî dil haline getirselerdi onların hilâfetinde İslâm birliği gerçekleşir ve bugün bir Şark meselesi olmazdı.”

Onun için şekli nasıl olursa olsun Müslümanları güçlendirecek, bağımsızlık ve hürriyetlerini sağlayacak, medeniyette dünya milletleriyle yarıştıracak bir İslâm birliği hedef olduğundan bazen, “Ben bütün otorite birinin elinde olsun, bütün ülkeler birine tâbi olsun demiyorum; fakat hepsinin sultanı Kur’an, birliklerinin yöneldiği nokta din olsun, her biri kendi menfaatleriyle meşgul olup bunları korurken diğerlerini de kendinden bilsin istiyorum” diyerek gerçekçi ve uygulanabilir bir İslâm birliği önermiş, bazen de Osmanlı hilâfetine bağlı olarak Yemen, Hicaz, Ortadoğu, Anadolu ve Balkanlar’ı içine alan, mahallî yönetime dayalı ve her birinin başında uygun yöneticiler bulunan meselâ Osmanlı şehzade veya vezirleri, Yemen’de Zeydî İmamı, Hicaz’da Hâşimî soyundan biri, Mısır’da Hidiv gibi.)”

Afgani, on kadar eyaletten oluşmuş bir İslâm Birliği teklif eder. Ona göre, bir defa bu birlik kurulunca çok geçmeden Afganistan, İran, Hint Müslümanları ve Güney Asya’daki diğer Müslümanlar da bu birliğe katılacaklar, böylece hedefe ulaşılmış olacaktır.

Etkisinde Kalan Düşünce Adamları ve Şairler

Afgani’nin etkisinde kalanlar arasında Bediüzzaman Said Nursi, Mehmet Akif ve Afgani’ye büyük bir hayranlık ve takdir duyguları besleyen Pakistanlı Muhammed İkbal de vardır.

Bediüzzaman Said Nursi, gençlik yıllarında Mardin’e gider. Oraya gelen iki dervişle karşılaşır. Biri Cemaleddin Afgani, diğeri Sünnûsi tarikatına mensup iki derviştir.

Cemaleddin Afgani’nin İslam Birliği (İttihat-i İslam) konusundaki düşünce, çaba ve tezi, daha hayatta iken takdir edilmiş ve örnek olarak alınmıştır. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-i Harp’te (Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi) yaptığı ünlü savunmasında İslam Birliği düşüncesini açıklarken şöyle diyecektir. “Elhasıl, Sultan Selim’e (Yavuz) biat etmişim. Onun İttihad-i İslam’daki fikrini kabul ettim. Zira o, Kürtleri ikaz etti. Şimdiki Kürtler, o zamanki Kürtlerdir. Bu meselede seleflerim (benden öncekiler), Şeyh Cemaleddin Afgani, allamelerden Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendilerle Namık Kemal Bey ve Sultan Selim’dir.”

Aynı şekilde o dönemde Mehmet Akif Ersoy da Cemaleddin Afgani’yi örnek bir aktivist olarak gösterir ve takdir eder. Müslümanların pısırıklığından, Batı karşısında İslâm dünyasının içine düştüğü çıkmazdan, ancak tecdit (yenileme) ile mümkün olabileceği fikrini savunur. Zamanında öne çıkan İslâmcı münevverlerle münasebet kurmuş, onlar için yapılan tenkitleri de iftira olarak nitelendirmiştir. Bunun için Sırat-ı Müstakim'de yazılar neşretmiştir.

Mehmet Akif Ersoy'un tabi olduğu ve onlar için savunma kaleme aldığı şiirde şunları söyleyecektir:

"- Şimdi Asım, edebiyatı bırak, bir tarafa;

Daha ciddi işimiz var, geçelim başka lafa.

Galiba söylediğim yoktu? Evet, hiç yoktu:

Mısır'ın en muhteşem Üstadı Muhammed Abduh,

Konuşurken neye dairse Cemaleddin'le

Der ki tilmizine Afgan'lı:

-Muhammed dinle!

İnkılab istiyorum, başka değil, hem çabucak.

Öne bizler düşüp İslam'ı da kaldırmazsak,

Nazariyyat ile bir şeyler olur zannetme!..

O berâhini de artık yetişir, dinletme!

Çünkü muhtâc-ı tezahür değil, isti'dadın . "

"-Şüphe yok, hakk-ı semûhîleri var Üstadın.

Gidelim bir yere, hatta şu bizim Sudan'a;

Yeni bir medrese tesis edelim Urban'a.

Daha üç beş de faziletli mücahid bulalım,

Nesli tehzib ile i'lâ ile meşgul olalım.

Çıkarıp gönderelim, hâsılı şeyhim, yer yer,

Oradan âlem-i İslam'a Cemaleddinler" .

"İnkılap istiyorum, ben de, fakat Abduh gibi.

Yoksa ellerde kör âlet efeler tertîbi"

Mehmet Akif Ersoy'un "üstadım" dediği kişilerin düşünce yapılarına, İslam dünyasındaki yansımalarına bakıldığında ve ciddi bir tahlile tabi tutulduğunda düşünceleri daha yakından ve iyi anlaşılmış olur.

Mehmet Akif Ersoy, büyük hayranlık duyduğu Cemaleddin Afgani ve onun talebesi Muhammed Abduh’un fikirlerinin, İslâm'ın dirilişi için inkılâp mesabesinde olduğunu iddia eder. Müslümanlığın, bu gibi İslâm âlimleri sayesinde yeniden ayağa kalkacağını söyler.

Mehmet Akif’in, "üstatlarım" dediği Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh hakkında neler yazmış olduğuna bakmakta yarar vardır. Zira Akif, bu iki kişiyi fikrî saldırılara karşı bütün benliğini siper ederek ve yazılar kaleme alarak savunmuştur. Buraya aktaracağımız alıntı, Sırat-ı Müstakim'deki yazıların adeta bir özetidir.

Akif, konuyla ilgili olarak düşüncelerini şu şekilde satırlara döker: “Doğunun yetiştirdiği fıtratlardan en yükseği olmasa bile en yükseklerinden biri olduğu şüphe götürmeyen Cemaleddin Afgani’ye dair birkaç söz söylemek istiyorum. İçimizde merhumu görmeyen yoksa da zannederim işitmeyen, bilmeyen yoktur (...) Benim yapmak istediğim, bir şey varsa o da hazretin pak hâtırasına sürülmek istenen bir lekeyi, bir bühtan pisliğini göstermek, onun mahiyetini, nerden geldiğini tetkik etmektir. Cemaleddin' in matbu, gayrı matbu birçok risaleleri, makaleleri, hitabeleri varsa da merhumun en büyük, en kalıcı eseri bence Mısır müftüsü Şeyh Muhammed Abduh'tur. Evet, Şinasi, millete en muazzam hizmetini Namık Kemal'i yetiştirmek suretiyle yerine getirdiği gibi, Cemaleddin de İslâm âlemine en kıymetli bir yadigâr olarak merhum müftüyü bırakmıştır. Şeyh Muhammed Abduh ölmüş yüreklere gayret ruhu, şehamet ruhu üfleyen sihirli beyanı, o coşkun feyzi hangi kaynaktan alıyordu? Şüphesiz ki büyük üstadı Cemaleddin'in düşüncelerinden.”

Dr. Muhammed İkbal

Dante’nin İlahi Komedyası’nın bir benzerini kaleme alan İkbâl, şaheseri sayılan Cavidname’de, ünlü kişilerle bir diyalogda bulunur. Konuştuğu kişilerden biri de kendisini gizlemesini bilen ve sonunda Sultan II. Abdülhamit tarafından adeta kafeste tutulan bir aslan misali İstanbul’da yaşayan, daha yerinde bir deyimle “yaşanmaya zorlanan  “Cemaleddin Afgani”dir.

Mevlana Celaleddin’le karşılaşan İkbal, ondan şunları işitir.

“Bu yer, seher vaktinde onun ah ve iniltileri duymuş, gözyaşlarıyla ıslanmıştır.  Burayı, Fudayl ve Beyazid-i Bestami gibi arifler ziyaret ediyorlar.  Çabuk bu mübarek yerde, namaza yetişip ruhi lezzete nail olalım ve maddi dünyanın bizi mahrum ettiği huşu ve himmetin tadını alalım.

Birlikte, hızla yerlerinden kalkarlar ve namaz kılan iki kişiye rastlarlar. Birisi Celaleddin Afgani, diğeri de Prens Sait Halim Paşa'dır.  Celalettin Afgani imam olmuş, arkasında duran Sait Halim Paşa da ona tabi olmuş ve namazlarını kılmaktadırlar.

Celaleddin Rumi der ki: “Doğu şu son asırda, bu ikisinden üstün birini yetiştirmemiştir. Benim sır ve bilmecelerimden birçoğunu çözüp hallettiler.

Celaleddin Afgani, uykudaki Doğu milletlerine hareket, aksiyon ve faaliyet üfürdü. Dinamizm ruhunu aşıladı. Onun dirilişçi çağrısıyla ölülere hayat geldi ve diriliş başladı.

Prens Sait Halim Paşa ise, kanayan gönülleri üstün ve seviyeli tefekkürü, ruhu ile büyük ve aydın aklı birleştirdi. Bu sebepten böyle iki zatla birlikte kılınan iki rekât namaz, taat ve ibadetlerin en faziletlisidir.”

Cemaleddin Afgani, namazda "Ve'n-Necmi süresini" okudu.  Ortalıktaki sessizlik ve sükûnet, imamdaki şahsiyet ve Kur'an'ın güzelliği, böyle Tanrı’ya boyun eğiş ve ruhani bir hava meydana getirdi ki gönüller, serapa duygu kesildi, gözyaşları aktı gitti.

Bu öyle bir okuyuştu ki, eğer Halil İbrahim işitseydi çok beğenecek ve eğer Cebrail dinlemiş olsaydı övgüler yağdıracaktı. Benlikleri sarsan, kalpleri eriten bir okuyuştu ki, mezarlardan Tekbir (Allah u Ekber) ve Tehlil (La ilahe illallah) sesleri yükselten bütün perdeleri sıyıran ve kitaplar kitabındaki "manaları açan" bir okuyuştu bu…

Namazdan sonra kalkıp edep ve muhabbetle elini öptüm. Üstadımız Rumi beni ona takdim etti ve dedi ki:

-  Bu çok cevvaldir. Bir yerde durmaz. Kalbinde ümit ve elemlerden bir âlem taşımaktadır. Serapa hür ve bağımsızdır. Kimseye boyun eğmez.

Afgani bana dönerek:

- Bir müddettir yaşadığın âlemden bahset bana. Asılları toprak, fakat Allah'ın nuru ile bakan Müslümanlardan söz et.

Dedim ki:

- Efendim.  Dünyaya hâkim olmaları için yaratılan bu ümmetin vicdanında, din ve vatan fikirleri arasında kanlı çatışmaların cereyan ettiğini gördüm.  Doğrusu, kalbinden imanı zayıflayan ve dinin yeniden hâkim olacağından ümidini kesen bu ümmet, ulusçuluk ve milliyetçiliğe sığınmıştır. Türkler ve İranlılar, Avrupa'nın sunduğu şarapla sarhoş olmuşlardır.  Batının hegemonyası altında şark harap olmuş, Komünizm, din ve şeriat düşüncesini yıkmıştır.

Afgani, bütün bunları sabır ve ağırbaşlılıkla, elem ve hüzün içinde dinler ve sonunda şöyle gürler: “Avrupa dehâsı, ehl-i İslam'a ulusçuluk ve milliyetçilik fikirlerini öğretti. Halbuki bütün Doğu milletlerini aşağılık kompleksinden kurtarmanın bir yolu da, onu uyandırmak ve ona kuvvet ve iman telkin etmek, ümit vermek gerekir.”

İkbal'e göre: “Görevin önem ve büyüklüğünü tam anlamıyla idrak etmiş, İslam felsefe ve düşünce tarihinin derinliğine inmiş, aynı zamanda insanı ve onun örf ve adet karakterlerini geniş deyimleri sayesinde öğrenmiş bulunan Cemaleddin Afğani'nin yorulmak bilmeyen fakat dağılmış enerjisi, kendisini insanoğlu için iman ve amel sistemi olarak tüm yönleriyle Müslümanlığa hasretmiş olsaydı İslam dünyası zihnen daha sağlam bir zemin üstünde olurdu.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Sakir Diclehan Arşivi