Şakir Diclehan Yazdı: Necip Fazıl’ın ilk ticaret macerası

Bir dâhi olan Necip Fazıl, şairliği yanında, bulaştığı ve giriştiği bir ticaret işinde nasıl zarar ettiğini ve bundan ötürü alış-verişe son noktayı nasıl koyduğunu, acı acı dert yanarak anlatır… Bu girişim, büyük insanların, neden ticarette başarılı olamadıklarının da çok somut bir örneğini verir bize…

Necip Fazıl, ilk zamanlarında, yaşadığı görkemli, hizmetçili, çok odalı bir köşkten, daha sonraki dönemlerinde, düşüş yaşayarak dayılarının gölgesine sığınacak bir noktaya gelir ne yazık ki... Kendisi, bu düşüş ve yaşam öyküsünü anlatırken, zaman denizindeki gelgitlerle, med ve cezirlerle nasıl boğuştuğunu da gözler önüne serer böylece… Nitekim babam, kendisi 30 yaşında ve oğlu 13 yaşındayken, annemi boşadı ve bana mektepten her çıkışımda dayıma, annemin yanına sığınmak düştü.

Babam, bir müddet sonra kendisine yazacağım mektuba;

- Ne de güzel yazın ve üslubun varmış!

Cevabını verecek kadar oğlundan habersizdi.

Dört yıl sonra, ben Erzurum’da dayımın yanındayken ölüm haberini alacak olduğum babamı bir daha görmedim ve onunla, o çağıma değin hepsi hepsi 1 günlük kadar konuşamadım. "

Üstat der ki: “ 12 ile 17 yaş arası, hayatımın en nazik 5 senesini Bahriye Mektebi’nde (Heybeliada Deniz Okulu) geçirdikten sonra, birdenbire kendimi işgal altındaki İstanbul sokaklarında buldum.

Artık ne konak, ne yalı, ne bir şey…

Babam Kadıköy’ünde hâkim ve yeniden evlenmiş…

Bana baba tarafından kapalı, yalnız anne tarafım açık…

Necip Fazıl’ın iki dayısı vardır. Kerim ve Mustafa… İttihatçı polis büyük dayısı, ünlü Bekir Ağa Bölüğü’nde tutuklu.

Tersane’de bir İngiliz atölyesinde çalışan küçük dayısı, eve bakmakla yükümlü…

Birinci Cihan Savaşı felaketine rağmen, para, değerinden, ancak 8-10 misli kaybettiği için küçük dayısının aldığı 80 Lira aylık orta halli eve yetmektedir. Necip fazıl, diyor ki:

"Dayım bu 80 Lirayı her aybaşı ortaya döker, peşinat şu kadar, et bu kadar, ekmek şu, sebze bu, kalem kalem hesap edip zarflara yerleştirir ve bana dönerek derdi ki:

- Para kazanmaya bak!... Şairlikte, mairlikte iş yoktur!..

Ve ilave ederdi:

- Üflediğin zaman, mangalda kül bırakmıyorsun! Ama hangi işten ne para çıkar diye tasan yok!.. Var mı ukalalık, var mı kurusıkı laf, hep sende…

Annem dayılarımın yanında sığıntılığımın ihtarı manasına yorduğu bu sözlerden fena halde incinir, amma belli etmemeye çalışırdı:

Makine işletmekten başka hiçbir şeye aklı ermeyen, hele akıl taslayanlara çok kızan küçük dayım, aslında fevkalade dürüst, iyi kalpli, çalışkan, borç etmekten ve iddia sahibi olmaktan tiksinir biriydi. Tam bir samimilik ve halislik numunesiydi, ama ne yapsın ki beni böyle görüyordu.

Bir aybaşında maaşını sofraya dökerken:

- Necip, dedi, şu kırk lirayı al da benim terzime götür! Sana İngiliz kumaşından bir elbise diksin… Şu 3 Lirayı da cebine at, bir çift iskarpin satın al! Gözyaşlarımı tutamadım.

Bahriyeden çıktım çıkalı, annemin daralttığı veya genişlettiği eski-püsküler içindeydim.

Annem de benimle beraber ağladı."

Anadolu harekâtı gelişmeye başlamış ve devletleşme çığırına girilmiştir artık. Tutukluluktan kurtulan büyük dayısı Kerim, Erzurum’da polis müdürü olarak atanınca, kendisi, annesi ve anneannesi birlikte gemiyle Trabzon üzerinden onun yanına giderler. Yine kendisini bir sığıntı olarak görmekte, ama başka çaresi de yoktur…

--Darü’l-Fünûn (Üniversite) hayalini bırak da tüccar olmaya bak! Fikrini güden dayısı, kendisine küçük tahta sandıklarda istifli meyvelerden teşkil edilmiş bir mal teslim eder. "Bunları Kars’a götürüp belli yerlere ve belli fiyatlara satacak ve bedellerini alıp dönecektim." diyor ve ekliyor: " Rolüm nakliye memurluğundan farksız… Böylece tüccar oluyor ve ticarete ilk adımımı atmış bulunuyorum. Koltuk altlarına kayış takılıp yürütülen çocuk gibi…

Geceleri, raflarında mum yanan, kaplumbağalarla yarış halinde bir “dekovil” treniyle Sarıkamış, oradan da Kars… Sarıkamış ve Kars, geniş caddeleri, binalarda duvarlara örülmüş çini sobaları ve türlü üslup çizgileriyle tam Rus…

Tüccar namzedi ben, malın bir kısmını yolda ziyan ettim, geriye kalanın parasını aldım, onu da çar çur ettim ve Erzurum’a önceden hesaplı, emniyet altına alınmış şu kadar kâr yerine bu kadar kayıpla döndüm.

Dayım:

- Yaptığın ayıp, dedi, şimdi seni bir işe vereyim de, mal sahiplerine taksit taksit borcunu öde!

Necip Fazıl, babasının ölüm haberini Erzurum’da iken alır.

Bu ticari girişim de böylece başarısızlıkla sonlanır ve Necip Fazıl’ın ticaret hayali pek gerçekleşemez ve onun bu ticaret aşkı, hem ilk ve hem de son denemesi olur…

(*)Araştırmacı-yazar-İlahiyatçi-Akademisyen

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Sakir Diclehan Arşivi