Şakir Diclehan Yazdı: Sezai Karakoç’suz bir bayramı karşılarken

Pazartesi Günü (2 Mayıs 2022) idrak edeceğimiz bu Ramazan Bayramını ilk defa Merhum Sezai Karakoç olmadan kutlayacağız. Bu nedenle 1966 yılında İstanbul’a geldiğim ve kendisinin bayramını kutladığımız bir anıyı paylaşmak istiyorum.

Görenlerin ve içinde yaşayıp ta öve öve bitiremedikleri, ancak kıymetini bilemedikleri İstanbul’a iki amaç için gelmiştik. Bir yandan yüksek eğitimimizi tamamlamak, öbür yandan, tarih boyunca ârif ve zarif kişilerin içinde yaşadığı, eski aşk ve âhengini kaybetmiş olsa bile her devirde aydınların kalem oynatmak için can attığı ve bir şehir olmanın ötesinde bir “ülke” olan İstanbul’da, gözümüzde büyüttüğümüz ve gönlümüzde yaşattığımız edebiyat dünyasının yıldızlarını görmek ve onların sohbetlerinden yararlanmak için…

1967 yılında ilk ziyaret ettiğimiz kişi, İsviçre’de tedavi gören Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Alp Dağları’ndan hakkında yazdığı yazılarla kahramanlaştırdığı, hocası Mustafa Tunç’un ise, “Kaldırımlar” şiirini yazan öğrencisi için: “Yalnız bu şiir, büyük bir sanatkâra yeter” dediği Necip Fazıl Kısakürek olmuştu.

Üstat Necip Fazıl’ın şatafatlı, ihtişamlı ve hemen hemen herkes tarafından bilinen Erenköy’deki evi, özel aşçısı, fraklı ve papyonlu garsonun hizmet ettiği o görkemli köşkünün adresi belliydi. Fakat sansasyonu sevmeyen ve küçük yaşlardan beri medyadan kaçan, hatta resim çektirmekten hoşlanmayan Sezai Karakoç’u nasıl bulacaktık?

Sene 1966, İmam-Hatip Okulunu (liseyi) bitirmiş ve o zamanlar adı İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü olan ve bugün ismi Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi olan Üsküdar/ Bağlarbaşı’ndaki okulun sınavlarına girmek için İstanbul’a gelmiş ve hak kazandıktan sonra kaydımızı yaptırmıştık.

İstanbul’a gelmeden önce Diyarbakır’da ilkokul öğretmenliği yapan, aslen Çermik’li olan, yazdığı şiirleri, “Tablo” isimli kitapta toplanan ve hem Necip Fazıl’a ve hem de Sezai Karakoç’a sonsuz bağlılığı olan Ömer Faruk Turgut, bize Sezai Karakoç’u öve öve bitiremiyor ve bu büyük şehre gidince kendisiyle mutlaka görüşmemizi istiyordu. Sezai Karakoç’un adresini de o vermişti bize…

1967 Ramazan Bayramının sabahında, Diyarbakır İmam-Hatip mezunu 17 kişilik bir grupla Erenköy’de bir köşkte kiracı olarak oturan Necip Fazıl’ın bayramını kutlamak için kendisinin ziyaretine gitmiştik. Köşkte yarı insan boyundaki büyüklükte çikolatalarla dolu küpten avuç avuç çikolatalar almamızı emir buyuruyordu üstad Necip Fazıl… Cömertliği dillere destandı ve şık giyinmesiyle ünlüydü bu eşine az rastlanır şair ve dehâ…

Öğleden sonra sıra Sezai Karakoç’un ziyaretine gelmişti. İstanbul’a gelirken Karakoç’a “Sezai Ağabey” diye hitap eden ve kendisi de güzel şiirler yazan (rahmetli) Ömer Faruk’tan almıştık onun adresini…

Sultan Ahmet semtinde Yerebatan Sarayı’na yakın bir binanın giriş katında oturuyordu Sezai Bey. (Keşke imkân olsa da bu bina satın alınıp müze haline getirilebilse) O tarihlerde henüz Boğaz üzerinde köprüler yapılmamıştı. Asya yakasından Avrupa yakasına ancak vapurla geçilebiliyordu. Vapurlar da birinci ve ikinci mevki diye ayrılmıştı. Bir öğrencinin vapurun birinci mevkiiyle yolculuk etmesi lükstü adeta…

Şu anda Allah’ın rahmetine kavuşmuş olan okul arkadaşım Selim Tokat ile yola çıktık. Benden daha çok Selim istekliydi Sezai Karakoç’u görmeye... Çünkü Karakoç’un hemşerisiydi Selim Bey… Ergani’niye bağlı, bugün artık ismi değişmiş olan “Kılléş” köyündendi… Selim Tokat, benzeri az bulunur bir vefa ve dostluk örneğiydi adeta. Ve henüz Sezai Karakoç’un çok tanınmadığı ve bilinmediği o tarihlerde doğan ilk çocuğuna, bir sevgi ve vefa nişanesi olarak “Sezai” ismini verdi.

Bize Ömer Faruk’un verdiği adres ve tarif üzerine, Sezai Bey’in evinin bulunduğu semte, yani Sultan Ahmet/Yerebatan’a giderek ikamet ettiği sokağı ve numarasını güçlükle bulabilmiştik. Kapıda ismi yazmayan bir zile bastık, uzun süre çalmasına rağmen, kapıyı açan bir kimse olmadı. Bir bayram günüydü. Sezai Bey’in evde olmaması imkânsızdı. Mahzun ve mükedder bir şekilde kapıdan ayılmak üzere iken, kıvırcık saçlı, kısa boylu, gür saçlı, gür bıyıklı ve kalın camlı gözlüklü biri, kuşkulu bir şekilde bize kapıyı açtı.

Kapı açılınca, bize buyur edip etmemekte bira tereddüt etmişti. Bize tanımı yapılan kişinin, Sezai Karakoç olduğunu anlamıştık. Kendimizi tanıttık ve özellikle bayram nedeniyle ziyaretine geldiğimizi ifade etti. Hemen buyur dedi ve içeriye aldı bizi…

İçeriye girince, kuşkusunun ve tereddüdünün haklı nedenlere dayandığını anlamış olduk. Meğer o günlerde yazdığı “İslamın Dirilişi” isimli kitabının toplatılmasına karar verilmiş ve polisler tarafından aranıyormuş Sezai Bey… Belki yeni kuşaklar bilmezler, o günkü durumu… Biraz kısa bilgi verelim konuyla ilgili olarak… Bir yazara hapis cezası vermek için, üniversite hocalarından 3 kişilik bir bilirkişi heyetinin vereceği rapor gerekliydi. Bu rapor üzerine yazar, kolayca mahkum edilebiliyor ve hapse atılabiliyordu.

Beni ve Selim Tokat’ı ilk defa gördüğü için tanımıyordu ve hemen içeriye almamakta haklıydı da... Bizi, sivil polis sanarak içeriye geç buyur etmesine hak vermiştik durumu anlayınca…

Karakoç’un evi, son derece mütevazi, hatta bir divan ve yerde bir kilim ve iki tahta sandalyeden başka eşyasıyoktu, ama insana huzur ve mutluluk veren bir evdi. Kendi eliyle bize çay demlemiş ve ikram etmişti o bayram ziyaretinde…

“Her yüz yılda bir yenilikçi, bir ruh diriltici doğar. İnsanın gençleşmesinin sırrı, onun gelmesinde ve gözükmesindedir” şeklindeki tanımı ve” Yıldızlar alçalır ve içimizden birililerinin ismini göğe doğru yükseltmek için kaparlar” sözlerindeki “bir yenilikçi” ve “bir yıldız”, Ahmet Sezai Karakoç’un ta kendisiydi…

1967 yılında başlayan bu yolculuk ve yakınlığım- beraberlik büyük laf olur- 2021yılınının 15 Kasım saat 15.00 civarında yarım saatlik bir telefon konuşmasıyla sonlanmış oldu. Ama her bayram, eğer yurt içindeysem, ya ziyaret etmiş, ya da telefonla bayramını tebrik etmişimdir. Özellikle Diriliş ve Yüce Diriliş Partisi’nin kuruluşlarından sonra parti genel merkezlerinde gerçekleşen bayramlaşmalara katılmak suretiyle…

Değeri dost ve edebiyat dünyasının büyük isimlerinden Prof. Dr. Süreyya Beyzadeoğlu’nun Bursa’dan göndermek lütuf ve zahmetinde bulunduğu bir beyitle yazıyı sonlandıralım.

“Sûfi mecaz anladı yâre muhabbetim

Bilinmedi gitti şu âlemde kıymetim”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Sakir Diclehan Arşivi