Ahmed Arif-Necip Fazıl-Sezai Karakoç ve 33 kurşun - III

İşin en güzel ve nazik tarafı şudur ki, hadise, kahraman ve faziletli bir asker olmasaydı unutulup gidilecek, belki hiç takip mevzuu olamayacak, hatta iz bile bırakmayacaktı. Hadiseyi meydan çıkaran, bir askerlik şubesi reisidir. Şöyle ki: Öldürülen 33 kişinin içinde bir fert vardır ki, Aydın taraflarında askerliğini yapmakta ve o hengâmede izinli olarak köyüne gelmiş bulunmaktadır. İzin bittiği halde kıtasına dönmemiş, zira sırf yüksek bir komuta salahiyetinin suiistimali yüzünden, kendi öz silah arkadaşları marifetiyle öldürülmüştür. Aydın’daki kıtası, bu erin bulunması için Özalp Şube Reisliği’ne yazıyor. Şube Reisi, ciddi, vakur, namuslu ve maneviyatlı, sapına kadar dürüst bir Anadolu insanıdır. Aranan erin takibine geçiyor ve takip işini bizzat sevk ve idare ediyor. Kendisine Muğlalı ve suç ortakları tarafından, bu erin âkibeti kurcalamaması emredildiği halde, kanuni mesuliyet ve hak ölçüsü bakımından, Şube Reisi işi bırakmıyor. Nihayet erin âkibeti, Şube Reisi’nce tespit ve gereken muamele yapılıyor. İşte meşhur “kurşuna dizilen 33 vatandaş…” hadisenin meydana çıkarıcısı, bu muhterem askerdir ve bütün bu hususlarda gereken şehadette bulunmuştur.

Bu Şube Reisi’nin gerek askeri ve gerek insani faziletine eş olarak hadiseyi tespit etmekte ikinci bir fazilet örneği daha vardır ki, o da Albay Şerif’tir. Şu anda mahkemede savcı bulunan (1950) Albay Şerif, başlangıçta iş gizliden gizliye tahkikat safhasında bulunurken, sanıklardan bir albayın, sadece ahbap sıfatıyla birdenbire odasına giriyor ve “kuzum, anlatsana bana nasıl oldu şu Özalp işi?” diye bu albayın ağzını arıyor. Mahut albay da, tertibi anlamayarak, bülbül gibi başından sonuna kadar hadisenin cereyan şeklini haber veriyor. İtiraf bitince, Albay Şerif birdenbire atılıyor, odanın kapısını açıyor ve orada bir yazı makinesiyle bekleyen yazıcıyı içeriye alıp “Yaz” emrini veriyor ve duyduklarını dikte etmeğe başlıyor. Bunun üzerine suçlu albay, bağırmaya başlıyor: “ Bu da ne demek, sen bana ne böyle bir sual sordun, ne de ben böyle bir cevap verdim! Katiyen yalan! Ne oluyorsunuz?” Fakat Albay Şerif hem bir asker, hem de hukukçudur. Zaptı yazdırıyor, suçlu albaya da, zaptın altına aynen kendi inkâr ibaresini yazıp imzalatıyor. Mahkemede bu yazıcı nefer de şahitlik etmiştir.

Beri taraftan da beş suçlu, zaten neticeyi değerlendirmeyecek olan bir inkâr tavrını muhafaza etmekte ve hiç olmazsa” emri ben verdim, mesul benim! Bu askerliktir, emir alanlar yerine getirmekle mükelleftir” diyecek kadar olsun, celadet tavrı gösterememektedir.

Yaşı 65’i geçtiği için nasıl olsa idamımı kanunen mümkün olmayan Muğlalı’nın, böyle bir jestle ve hiç değilse hata da olsa samimi bir içtihat ve kanaat izharıyla ileride hususi olarak affını temine medar olabilecek bir celadet tavrı gösterememesi ve ikinci derecede emir ve komuta makamlarının sahiplerine suç yüklemeğe kalkması, ayrıca, haksızlık derecesiyle mütenasip bir tecellidir. Allah, kendisinden en küçük bir iyilik ve doğruluğun bile zuhuruna razı değildir.

Bazı gazetelerin 32, bazılarının da 33diye kaydettikleri kurbanlar üzerindeki sayı ihtilafı şuradan gelmektedir ki, tam 33 kişi olarak boğazlatılan zavallılardan biri, aldığı yaralardan ölmemiş, öldüğü zannedilip bırakıldıktan sonra sürüne sürüne İran hududuna geçmiş ve öbür tarafta ruhunu teslim etmiştir. Böylece haile (meydanında yalnız 32 ceset kalmıştır. Hakikatte öldürülenler tam 33 kişidir.

Allah’ın verdiği cezanın, işlenen suç cinsinden olduğuna dair meşhur ölçüyü hatırlayalım! Bu Mustafa Muğlalı, Menemen Divan-i Harbi’nde, suçlu ve suçsuz demeden nice masumu ipe çektirmiş, hatta gûya “şeriat isteriz” diye bağıran bir Yahudi’yi bile sallandırıvermiştir. (Bakınız. Dedektif X Bir, 33 Vatandaşı Nasıl Kurşuna Dizdiler, Büyük Doğu, 5.yıl, S: 19, 17 Şubat 1950.)

Şiirde Dile Getirilen Olay: Bu hazin ve benzeri görülmemiş olay, daha doğrusu katliam, Ahmed Arif tarafından “33 Kurşun” isimli bir şiir ile dile getirilir:

“Bu dağ Mengene dağıdır

Tanyeri atanda Van'da

Bu dağ Nemrut yavrusudur

Tanyeri atanda Nemruda karşı

Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur

Bir yanın seccade Acem mülküdür

Doruklarda buzulların salkımı

Firari güvercinler subaşlarında

Ve karaca sürüsü,

Keklik takımı...

Yiğitlik inkâr gelinmez

Tek'e - tek döğüşte yenilmediler

Bin yıllardan bu yan, bura uşağı

Gel haberi nerden verek

Turna sürüsü değil bu

Gökte yıldız burcu değil

Otuz üç kurşunlu yürek

Otuz üç kan pınarı

Akmaz,

Göl olmuş bu dağda...

………………………..

“Vurulmuşum

Dağların kuytuluk bir boğazında

Vakitlerden bir sabah namazında

Yatarım

Kanlı, upuzun...

Vurulmuşum

Düşüm, gecelerden kara

Bir hayra yoranım çıkmaz

Canım alırlar ecelsiz

Sığdıramam kitaplara

Şifre buyurmuş bir paşa

Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız

Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz

Rivayet sanılır belki

Gül memeler değil

Domdom kurşunu

Paramparça ağzımdaki...”

Aynı duygu ve düşüncelerle Sezai Karakoç ta büyük bir ustalıkla ve sanatkârlığın verdiği bir güçle “Veda” şiirini yazar:

“Silahlara veda

Geceye rüyaya ve sana

Yalnızlığın geyik gözlü köşesinden

Düzenlerin çıkmazına

………………………

Bir rafa koyabilsen

Olup biteni ve onları

Sabaha kadar konuşsak

O ürkek ürkek bakanı sana bir anlatsam

Ateşi karı tüfeği çeksem

Ocağa pencereye kapıya

Kemana veda

Yağmurda şeytan ve şapkası

Silahın ölümünü kutluyorum

Tren kaçırmış gibiyim

Sana veda”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Sakir Diclehan Arşivi