Şakir Diclehan Yazdı; Doktora Çalışmaları ve Bilim Dünyasına Etkileri 1

Şakir Diclehan Yazdı; Doktora Çalışmaları ve Bilim Dünyasına Etkileri 1
Üniversitede bilim ve araştırma hayatına adım atmanın ilk basamağı, doktora çalışmasıdır kuşkusuz. Yeni bir dünyanın kurulması ve yeni bir düşüncenin...

Üniversitede bilim ve araştırma hayatına adım atmanın ilk basamağı, doktora çalışmasıdır kuşkusuz. Yeni bir dünyanın kurulması ve yeni bir düşüncenin ortaya atılması için kolları sıvayan ve çalışmaya başlayan genç bilim yolcusunun kalbinde, heyecan ve coşku vardır daima... Bilim yolcusunun önünde derin ufuklar gözükmekte ve zirveye tırmanmak için engelleri aşmanın çabası ve azimle çalışmanın hayali ve taklit zincirlerini kırmanın çabası ve düşü içindedir genç bilim adamı…

Bugün ülkemizin birçok yerinde yeni üniversiteler kuruluyor ve yerleşkeler oluşturuluyor, iskeleler kuruluyor, vinçler kalkıp iniyor, blok çimento bir yere yapıştırılıyor, sütun bir yerden çıkarılıp bir başka yere dikiliyor. Peki tüm bu çalışmalar ne içindir?

Zengin bir düşünce dünyasını ve görüşü hayata egemen kılmak için Üniversiteler için değil midir? Fakat uygulamalar ve pratik, bunun aksine işaret ediyor. Öcüler, tabular ve yasaklar duvarı yıkılmadıkça, gerçek bir ilerleyişe ve özgür bir düşünceye ulaşmak mümkün müdür?

Bütün dava, Anadolu’dan bir çığ gibi kopup üniversiteye, büyük kentlere gelen gençlere bilim aşkını ve araştırma ruhunu aşılamak ve bu yolun handikaplarla ve büyük engellerle dolu olduğunu anlatarak bilim yolculuğunun bir ideal işi olduğunu aşılamaktır.

1960 yılına kadar Kemalizm'in hikâyelerini anlatan hocaların yetiştiği üniversite tornasından sağlam bir ürün beklemek abesti o günlerde... Fakat ortada bir gerçek vardır ki, o günlerde hazırlanan mezuniyet tezleri, bugünün doktora tezleri ayarında olduğu görülmektedir. Bunca teknolojik imkânlara rağmen ciddi manada doktora tezlerinin hazırlanamama ve ortaya konulamama nedenleri ne olabilir acaba?

Şizofrenik bir mırıldanma halinde Kemalizm’i sayıklayan dünün hocaları, hiçbir sanat ve yeniliğinin çilesini çekmemiş, sadece gelen ve gidenin övgüsünü ve yergisini bir şöhret besini gibi sömüren Kemalist devlet bekçileri olmuştu kuşkusuz...

Bugün ise, üniversiteyi bir maaş kapısı şeklinde düşünen hocaların, ne öğrencinin yetişmesi için yeteri kadar zaman ayırdıkları ve ne de doktora tezlerinin hazırlanmasında- istisnaları hariç- birikim ve deneylerinin ışığı altında kendilerine yardımcı oldukları ve bilgi aktardıkları pek görülmemektedir.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, geçmişini 1453 yılına kadar götürürken, bizim doktora tezi hazırladığımız 1970’li yıllarda üç türlü hoca profili ile karşı karşıya idik.

Birinci grupta yer alan hoca profiline örnek Yeni Türk Edebiyatı dalında Prof. Dr. Mehmet Kaplan örnek gösterilebilir. Sevelim sevmeyelim ortada bir gerçek vardır o da 25 kişiye doktora unvanını vermiş ve onlara da: "Her biriniz on kişiyi doktor yaptırmazsanız, hakkımı helal etmem" vasiyetinde bulunmasıdır. Takdir ve tebcile şayan bir düşünce ve vasiyet...

İkinci profil: Asistanını kıskanan ve onların kütüphaneye gitmesini asla istemeyen, aksine engel olan tip hocalardır. Buna da en canlı örnek Eski Türk Edebiyatı bilim dalında Prof. Dr. Abdülkadir Karahan gösterilebilir. Onun felsefesine ve dillendirdiği görüşe göre: “Altın çok az olduğu için kıymetlidir. Çok olsaydı toprak kadar değersiz olurdu. Ben de sizi yetiştirmeyeyim ki, kıymette kalayım. Yoksa Mevlana’yı anma programına, Yunus Emre’yle ilgili toplantıya ve Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya dair seminere kim bizi çağırırdı?” Ve ölünceye kadar da hiç kimseye ve hiçbir asistanına “doktora” payesini vermedi.

Ramazan Nazlı adında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü mezunu bir arkadaşımız vardı. Karahan’a gelip doktora yapmak istiyorum demişti. Hocanın hemşerisiydi ve bizim de yol göstermemizle doktora giriş sınavını kazanmıştı. Aldığı konu da dini bir konuydu, “Siyer-i Nebi”... Fakat Ramazan’ın unuttuğu bir gerçek vardı. Karahan, o güne kadar hiç kimseye doktora payesini vermemiş ve ondan sonra da vermesini düşünmek de pek mümkün görünmüyordu. Ramazan, her Urfa’ya gittiğinde Hocaya ya Urfa yağını, ya Peynir ya da başka bir hediye getirirdi. Bir defasında nar getirmişti. Hatta Hoca bunula ilgili olarak bir anekdot da anlatmıştı. Birisi, ateşin kış meyvesi olduğu anlamında kullandığı “en naru fakihetün fi’ş-şita” (Ateş, kışın meyvesidir) atasözünü aktarmış ve “nar” kelimesi Arapçada “ateş” anlamında olduğu için karşısındaki kişi, meyve anlamında olan Türkçedeki “nar”ı anlamış ve hele “Urfa narı olursa” demişti. Devam Edecek

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.