Sakir Diclehan
Şakir Diclehan yazdı: Sezai Karakoç’un sürgün ülkesi
Nesillerin yetişmesi ve kültürle donanması için sosyolog ve pedagoglar, 25 yılık bir zaman dilimini temel alırlar. Bir neslin idealist ve inançlı yetişmesi için bu zaman dilimine ihtiyaç olduğu çok açıktır.
Necip Fazıl, kendisi hakkında bir yargıya varırken ve bu gerçeğe değinirken, “köksüz ve başıboş liberallerin, kanser virüsü siyonistlerin, iç tahrip ajanı devrimcilerin ortaklaşa düşmanı olduğu ve sistemli şekilde âdeme (yokluğa) mahkûm ettiği, okuma kitaplarından ismini kazıdığı fakat buna rağmen meltemler, ürpertiler, zelzeleler sermeyi ve etrafına çelikten bir gençlik hisarı çekmeyi gaye edinmiş ve tam 44 yıl (sene 1983) tek derece yön değiştirmemiş belalı adamım ve bedbaht olduğum kadar mesudum!” der. Demek ki bir neslin yetişmesi için en az 25 yıllık bir zaman dilimine ihtiyaç vardır.
“Üç katlı evin alt katında 25’likler, orta katında 50’likler, üst katında 75’likler birbirini boğazlayan ve kötüleyen nesillerle çatırdadığı bu efsanelik iklimde…”
Üstad: “Benimsenme imkânını kendisine hazırlayan bizzat devlet değildir. 25’lik ve 50’lik iki nesil arası, köprü nesil vaziyetinde selim akıl ve duygu sahiplerinin kurmuş olduğu bir toplumdur.” Diyerek bir gerçeği dile getirir.
Sezai Karakoç ta: “Yirmi yılda bir, insanoğlu yirmi yıl öncesini yaşama arzu ve zaruretini mi duyuyor? Yoksa şartlar ağırlaşınca, insan, realiteden kaçma psikolojisi içinde, şuuraltı etkisiyle, geriye dönmek, belli yılları yeniden yaşamak mı istiyor? Öğrencilik yıllarımın Ankara’sını, acıyla dolu da olsa nispeten serazat olduğum o yılları yeniden yaşama benim için adeta ekmek ve su gibi bir ihtiyaç olmuştu.”
Karakoç, böyle bir psikoloji içinde 1965 yılında idealine, dünya ve hayat görüşüne hizmet etmek için istifa etmişken, 1971 yılında arkadaşı İhsan Babalı’nın da teşvik ve önerisiyle tekrar Maliye Bakanlığı’nda bir göreve dönmek ister. Kendi ifadesiyle: “1971 baharına girerken, belki ilkbaharın hayalleri ve yüreği karıştıran etkisiyle dev gayri ihtiyari Ankara seferlerine başladım. O yıl, tam yirmi kez Ankara'ya gidip geldim. İstanbul'da duramıyordum, Ankara'ya gidiyordum. Ama Ankara'da da bir kaç gün kaldıktan sonra İstanbul'a dönüyordum. Aslında İstanbul hayatımın bittiğini hissediyordum. 1965'te memuriyetten ayrılmamdan sonraki altı yıl içinde neler neler olmuştu. Dergi çıkarmıştım, kitaplar yazmıştım, günlük gazetede yazmıştım. Gizli açık mücadeleler, maddî sorunlarla yorulmuştum. İki Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanmıştım. Ve bir türlü bitmek bilmeyen mahkemelerdi bunlar. Fikirlerimiz ve ideallerimiz tertemiz ve dosdoğruydu. Ama acaba metotta mı bir yanlışlığımız vardı? Devlet, yardımcı olmak şöyle dursun, adeta her an, insanı zindana atmak için fırsat kolluyormuş gibi bir izlenim veriyordu. Toplumsalı siyasi, ekonomik ve kişisel tüm şartlar bir dönem hayatının bittiğini, bir başkasının başlaması gerektiğini haber veriyordu adeta benim için.
Bu amacı belli olmayan, daha çok nostaljik görünüşlü gidiş ve gelişlerimi bilen arkadaşım İhsan (Babalı), memuriyete geri dönmemi önerdi. Bu, bana ilk anda çok uzak bir hayal gibi geldi. Memuriyet sanki benim için milattan önce yaşadığım bir hayat şekliydi. Tüm memuriyet alışkanlıklarını kaybetmiştim. Ona dönmek bana haşirden sonra hayata yeniden başlamak gibi geliyordu. Ama giderek başka çare olmadığımı da anlıyordu İşte tam bu sırada, yani Ankara'ya gidiş gelişlerimin devam ettiği bu günlerde 12 Mart Hükümet Darbesi oldu.”
Ankara’da Maliye Bakanlığı bünyesinde tekrar çalışmaya başlayan Sezai Karakoç: “ Ankara’da, ikinci memuriyet hayatımda, şehrin ve değişik hayat tarzının tesiriyle, yeni şiirler yazma havasını buldum bir süre. Bu şiirler bir nevi “süngün” şiirleridir.
İstanbul'dan uzaklaşmanın çağrıştırdığı tarihsel trajedimizi fon olarak kullanan şiirlerdi bunlar. Bu şiirler, ŞİİRLER IV adlı şiir kitabımda yer aldı, kitabın özel adı, ZAMANA ADANMIŞ SÖZLER’dir. Çünkü: zamanla anlamları ortaya çıkacaktır diye düşünmüştüm. Ortadoğu’nun talihsizliğini, İstanbul ve diğer büyük şehirlerarasındaki duygu bağıyla somutlaştırmak istedim. Kedere boğulan ve ıstırap çeken şehirlerde Müslümanların çağdaş tutsaklığını gözler önüne sezmek istedim. Mahkûmiyetlere uğramış olarak Ankara'da bir nevi sürgün hayatına gömülüyken, Müslümanların esaret zincirinde kıvranmalarını ağıt ağıt somutlaştıracak bir psikoloji içinde olduğumu söylemeye gerek var mı, bilmem.”
Karakoç, “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” isimli şiirini bu dönemde kaleme alır. Müslümanların kader, tevekkül, umut ve içinde bulundukları bunalıma adeta ayna tutar:
“'Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır,
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır”
Şiirinin sözleri baştanbaşa mesaj doludur. Kültür sarayını maddede çatmak ve yapmak belki kolay bir iş… Bir düşünüre göre: “Onu meccanen günde şu kadar varil petrol üreten Asyalı ve Afrikalı kabileler de yapabilir. İş onun ruhunu, özünü, tohumunu, cevherini, protoplazmasını el geçirebilmekte…”
Karakoç: “Yunus Emre’deki manevi hasret…
Fuzuli’de beşeri rikkat…
Nef’i’de sultani haşmet…
Nabi’deki derin hikmet…
Nedim’de garami hassasiyet…
İbrahim Hakkı’daki teslimiyet…
Şeyh Galip’teki estetik incelik…”
Ve hepsinde teker teker bu değerlerin tümü, Karakoç’un şiirinde gerekli yerini bulur…
“Sevgili
En sevgili...
Ey sevgili...”
Gibi derin hitaplarla süslenen bu şiire tek anlam vermek, haksızlık olur. Son zamanlarda çok sıkça dillendirilen, Karakoç’un ismi anılmadan dillendirilen, politikacıların toplantı ve kongrelerde okumasıyla daha da açığa çıkan ve bilinilirliği artan Sezai Karakoç’un bu şiiri, “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” başlığını taşımaktadır.
Pek çok kişi “Sevgili şiiri” diye biliyor ama aslında şiirin başlığı bu… Divan Edebiyatında Peygambere yazılan şiirlere naat denir. Bu şiiri de Üstad’ın Efendimize atfen yazdığı bir naat şeklinde yorumlamak oldukça güçtür. Sürgün Ülke olarak şair bu dünyayı kastediyor, sürgünde yaşayanların da Müslümanlar olduğundan kuşku yoktur.
Bugün İslam alemi, mertlikleriyle hükümdarlara meydan okuyan o dev şahsiyetleri ve o coşkulu kahramanlarını kaybetmiştir. Arap Yarımadası ve diğer Arap ülkelerindeki yabancı nüfuzu ve siyası hegemonya öyle acı bir gerçektir ki Müslümanlar için kıyametin kopması kadar korkunçtur. Müslümanlar, adeta yeryüzünde sürgün hayatı yaşamaktadırlar. Karakoç, Batı uygarlığının İslam ülkelerini mutlu edemeyeceğine işaret ederek bunu şiir diliyle dile getiriyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.