Sakir Diclehan
Şakir Diclehan Yazdı: Ömer Faruk Harman Hoca’nın ardından...
Hangi olay vardır ki, onun bir saati ve o saatin de bir günü olmasın. Zamana hep ve süreklice yenilik aşılayan kuşkusuz insandır. İnsanı çekip çıkarırsanız, doğanın tekerrür eden mevsimleri, ilkbaharı, yazı, sonbaharı ve kışı, güneşin hep aynı doğuşu ve batışıyla o, düz bir levha ya da hep aynı kıvrımlı bir harita görümünü alacaktır. Çünkü zamana güzellik ve süreklilik kazandıran insandır.
Zamanı, zaman içinde toplayan eller ve gönüller, zamana egemen olmasını bilen ruhlar, yüzyılları çekip yıllara sığıştıran erler, toplum kaderini omuzlarına yüklenen kahramanlar, günlerin ve saatlerin aynasında boy gösterirken, ne kadar da silinmez bir tasvir ışığı içindedirler!... Onların izi, kitleler için bir çıkış yolu olmuştur hep.
Bilim göğünden bir yıldız daha kaydı… Aramızdan ayrılıp uçup gitti öbür dünyaya… Yıllarca dinlenmeden bin bir sıkıntı içinde eserler vererek, bilim dünyasında üzerine düşeni fazlasıyla yaparak, dinler tarihi ve düşünce hayatımızın dinmez ve sinmez kalemi, yerinden oynamaz bilgi ve üslubuyla, kendini bilim tarihine hakkeden (nakşeden) kalem, Prof. Dr. Ömer Faruk Harman, aramızdan ayrılıp adeta bir kuş gibi uçtu… Ne diyebiliriz ki fanilik arkadadır artık…
Çok değerli bir bilim adamı olmasına karşın, tevazuu hiçbir zaman elden bırakmamıştı… Çünkü Profesörlük, adeta bir virüs gibidir bazı hocaların hayatında… Hindistan’daki “kast” sistemine benzer… O titri ve o unvanı aldığınızda, artık başka bir evrendesiniz, başka bir galaksidesiniz…
Benim asistan olarak çalıştığım 1980’li yıllarda, İstanbul Üniversitesi’nin görevliler ve hocaları için iki ayrı yemekhane vardı. Biri: Eczacılık Fakültesi’nin arka tarafında bulunan, hem tüm Fakültelerde görevli memur ve diğer çalışanların yemek yedikleri bir yemekhaneydi. Burada hem çalışan, hem memur ve hem de hocaların bir kısmı yemek için buraya gelirlerdi. Bu yemekhanede, hiçbir zaman Prof. Macit Gökberk, İsmail, Tunalı, Refia Şemin, Bedia Akarsu, Mehmet Kaplan, Sulhi Dönmezer, ya da Çetin Özek’i göremezdiniz. Çünkü burada Üniversite çalışan ve memurları da yemek yiyorlardı. Öbür yer ise, Profesörler Evi diye tabir edilen ve Merkez binanın içinde yer alan Lokanta (Yemekhane) idi. Buraya bohem hayatı yaşayan profesör, doçent ve asistanlar gidebiliyor, fakat üniversitenin memur ve çalışanları hiçbir zaman gidemiyorlardı.
Bunu niçin örnek verdim. Ömer Faruk Hoca’yla Bağlarbaşı’ndaki İsam Kütüphanesi’ndeki lokantasında birkaç defa beraber yemek yemiş ve yüksek lisans ile doktora talebeleriyle aynı sıraya girerek ve zaman zaman da aynı masada birlikte yemek yemiştik.
İşte bu mütevazi duruşuyla Ömer Faruk Hoca, insanların gönlünde taht kurmuştu. Pandemi dolaysıyla pek görüşme imkânımız olmadı. Altı ay kadar önceki son görüşmemizde, kendisinde şeker hastalığının bulunduğunu söylemişti bana.
Benim İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yaşadığım macerayı çok iyi biliyordu ve sohbetlerimizde bunu çokça konuşuyorduk. Çağdaş bir destandı Faruk Hoca… Dinler tarihi söz konusu olunca o gelirdi aklımıza… Televizyonları ciddi programlarında saatlerce konuşur ve siz bunun farkına varamazdınız. Konunun değişmez programcısı Pelin Çift, artık yetim kaldı. Sadece o mu? Bütün İlahiyat Fakültesi camiası…
Evet, bir kahraman düştü toprağa. Bir kez daha, bin kez daha attığı tohumlar yeşerip boy atacak ve bir tohum olarak…
Allah ğani ğani rahmet eylesin, Cemaliyle şad ve handan eylesin inşaallah…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.