Ufuk Çimen
Tsundoku Sensei: Ruhun sonsuzluk arayışı mı? - 2
Bu anlamda, kişisel kütüphanemiz, zihinsel dünyamızın da sembolik bir göstergesi aslında. Kütüphanesini genişletmeyi bırakan kişi de öğrenmesi gereken her şeyi öğrendiği yanılgısına kolayca düşeceği bir noktaya ulaşır. Bilmedikleri şeylerin de artık onda bir eksikliğe neden olmayacağını düşünür. Entelektüel gelişme hevesini yitirir. Egosunun ‘her şeyi biliyorum’ çukuruna düşmesi artık işten bile değildir.
Buna karşılık kütüphanesini sürekli genişleten kişi ise, daha öğreneceği çok şey olduğu duygusunu güçlü şekilde yaşamaya devam eder. Merakının yanı sıra yeni sesler ve yeni fikirlere açıklığını yitirmez. Evinde sayısı her geçen gün artan okunmamış kitaplar sürekli egosunu taciz etmeye devam edecektir.
Taleb, satın alıp da henüz okunmamış kitaplara, ‘antilibrary(anti-kütüphane)’ diyor.
New York Times gazetesinde bunu gündeme getiren Sacramentolu kitapçı Kevin Mims ise, bu ‘antilibrary’ isimlendirmesine bir şerh düşüyor. Mims, ‘kütüphane’nin zaten, uzun süredir okunmadan o rafları işgal eden kitapları da içerdiğini kaydediyor. Ona göre bu konudaki en iyi isimlendirme Japonların, internet ve sosyal medya sayesinde artık küresel bir terime dönüşmüş ‘tsundoku’ sözcüğü... Japonların, satın alıp da okumadıkları kitapların oluşturduğu kitap yığınına taktıkları isim bu. ‘Doku’, okuma fiilinden geliyor. ‘tsun’ ise bir şeyin birikmesi anlamına gelen ‘tsumo’dan geliyor. Bu anlamda ilk kez Mori Senzo’nun 1879 yılındaki bir yazısında, sürekli kitap alıp hiçbirini okumayan bir öğretmeni hicvederken 'tsundoku sensei' nitelemesini kullanmasıyla literatüre girmiş.
Taleb’i bu konuda ezber bozan düşünceye iten şey ise usta İtalyan yazar Umberto Eco’nun 30 bin kitaplık muhteşem kişisel kütüphanesi olmuş. Eco’nun, bu kitapların hepsini okumuş olması olası mıydı?
Elbette ki hayır.
Ama bu kadar çok okunmamış kitap ona sürekli bilmediği ne çok şey olduğunu hatırlatarak, Eco’nun entelektüel açlığını ve merakını hep zinde tuttular. Taleb'e göre kütüphanemizdeki okunmamış kitapların bizim üzerimizde de benzeri bir etkiye sahip olması çok mümkün. Tabii ki eğer kişisel kütüphanemizi, egomuzu şişiren bir vitrin değil de bir öğrenme araştırma merkezi olarak görüyorsak…
Kitap ve sanat eseri olan bir ortamda bulunmak bile, insandaki merakı, öğrenme isteğini ve yaratıcı yeteneği kamçılar. Örneğin, Ray Brudbery, ABD’de, kitapların yasaklandığı ve itfaiyecilerin kitapları yaktığı bir kara ütopyayı tasvir ettiği 1953 tarihli Fahrenheit 451romanını, California Üniversitesi kütüphanesinin bodrum katında kiraladığı masada 9 günde yazar. 2006 yılında bir okuruna verdiği yanıtta, ‘’25 bin sözcükten oluşan bir romanı bu kadar çabuk nasıl yazabildim? Kütüphanede yazmam sayesinde… Bütün arkadaşlarım, bütün sevdiklerim, daha yaratıcı olmam için bana raflardan haykırıyor, bağırıyor, feryat ediyorlardı. Yüzlerce kitabın gözleri önünde, kitap yakmaktan bahseden bir kitabı yazmanın nasıl heyecan verici bir iş olduğunu tahmin edersiniz diye düşünüyorum…’’ diye anlatacaktı etrafındaki kitapların etkisini…
Kişisel kütüphane açık ki, sadece okunmuş kitaplardan oluştuğunda gücünün önemli bir kısmını yitiriyor. Kütüphanemiz, okunmuşların yarı sıra, hiç okunmamışlar, yarı okunmuşlar ve henüz satın alınmamış kitapların konulacağı boş raflarıyla bir bütündür.
‘’Yani okuyamayacağınız kadar çok fazla kitap aldığınız veya üç ömür süresinde bile bitiremeyeceğiniz bir okuma listesine sahip olduğunuz için kendinizi hırpalamayı bırakın’’ diyor Stillman yazısında ve ekliyor:
‘’Evinizdeki okunmamış bütün kitaplar hiç şüphesiz cahili olduğunuz şeylerin somut bir göstergesi. Ancak ne kadar cahil olduğunuzu bilmeniz bile, sizi insanlığın çok büyük çoğunluğunun önüne geçirmeye yeter…’’
Oldukça bilgilendirici olan bu yazıyı okuduktan sonra, alıp da okuyamadığım kitapların üzerimde yarattığı psikolojik ağırlığı bir nebze de olsa atmanın rahatlığını yaşadım. (Son)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.