Kalbimizin terazisi bozuldu! - 3

Bilmeliyiz ki…

Cehalet; bilginin varlığı veya yokluğundan ziyade bilginin hikmet ile buluşamamasından oluşur. Biz ise hikmetten mahrum durumdayız. Zira bilen(!) ama gönülleri dünyanın geçici metasıyla dopdolu olduğu halde iman iddiası içinde olanlar, inanmak istedikleri şeylere delil bulmak için akıl nimetini inkara kadar hadsizleşiyor, gözlerinin önündeki gerçeği görmemek için diretiyor; kin, intikam, haset, öfkeyle yoğrulmuş gönüller de bildiğini iddia edenlerin ardına düşerek yaşamlarını şekillendirmekten zerre kadar çekinmiyorlar.

Tek başlarına hiç olduklarını gördüklerinde hayat süremeyeceklerine inananlar da, muhtemelen Allah’a bile sırf güçlü olduğu için iman ediyor; itikadının temeline kulluk zevki ve şuuru yerine güçlüden yana olmak arzusu yerleşince, yeryüzünde güçlü buldukları kimseleri “sahip” olarak görmek konusunda zorlanmıyorlar.

Bu grubun dışında kalarak özgüvenlerini yitirenler ise güçlü görünme ihtiyaçlarını güçlünün yanında durarak gidermeye çalışıyorlar.

Kim bilir belki de bu yüzden çoğu insan neye, ne uğruna, niçin inandığını bilmeden sırf etraftan gördüğü için din diye tekrar edip duruyor pek çok şeyi. Böylelikle de toplumda ayrışma başlıyor ve evvelki ümmetlerin yanlışlarıyla tarih sadece tekerrür ediyor.

Ne yazık ki servetimize, şöhretimize, hırsımıza, dünyaya meylimize çekidüzen verelim derken kalbimizin terazisi bozuldu. Herkes bu yangından kurtulmak için kabuğuna çekildi ve kendini kurtarma telaşına düştü.

Kelimenin düşünceye, düşüncenin hayata akan tarafıyla kalbimizde var olan dilimizden dökülecekse eğer Peygamberinizinden gittiğini söylediği halde onun ahlâkıyla terbiye görmeyenler, mukaddes kelimeleri sadece dillerinde taşıyıp gönüllerine indiremeyenler için Kitab-ül Mübin, “kitap yüklü merkepler” ifadesini kullanıyor. Taşıyan, ayetini fadesiyle hamal oluyor; yaşayan ise kemâl buluyor. Ulaşılan kemal noktası ise hayatı, ölümü ve ölümden sonrasını şuurla birbirine bağlıyor.

Yanisi insana kim olduğunu, dünyaya neden ve niçin geldiğini, nereye gideceğini hatırlatan zaman, mekan ve insanlara muhtaç olduğumuz bir zaman dilimini yaşıyoruz. Zira bu zaman, mekan ve insanların ışıltısı altında her şey berraklaşıyor; âmâlar görmeye, görenler farketmeye, farkedenler de dert etmeye başlıyor. Bu lütufların kadrini bilen nasipdarlar olarak; onların aynasında varlık sebebini seyreden ve o sebebin hakkını yaşamının tümünde vermeye çalışanlar da böylece doldurabiliyorlar rıza heybelerini.

İşte bu yüzden…Görüş ayrılıklarımızı, farklılıklarımızı, kavgalarımızı, küçük hesaplarımızı bir kenara bırakarak her geçen uzaklaştığımız hak ve hukukun yeniden tesisi için yeni bir sayfa açmak zorundayız.

İçimizden bazılarının akıl ve kalbine itimat edip, onlara dikkatle gözlerimizi dikmek yetmiyor. Her birimiz; “Ben kimim ve benim yaptığımla ne olacak ki?” umursamazlığından; “Ben bir hiçim ama bir şeyler yapmazsam hiç kimsenin yaptığının bir mânâsı kalmayacak” şuur ve mesuliyetine erişmek borcunda.

Bin yılı aşkın bir süre içinde ilkelerinin izini süren, ilkelerini ülkülere dönüştürme cehdi gösteren; kal ve haliyle hakikati yaşayan ve yaşatan; fikir, oluş ve varoluş sancısı çeken hakikaterlerinden oluşan ceddimiz kimbilir belki de buyüzden canlarını, mallarını, kanlarını inançlarına şahit kılmanın aşkıyla yanıp tutuşmuşlardı. Onların izince bilmeliyiz ki; iman ederek kendi çağlarının göğsüne iyilik, güzellik, doğruluk, hak ve adalet için dertleri ve acıları paylaşmak için omuz omuza tohum ekenler kurtulacak, gerisi hüsrana uğrayacak, kaybedecektir. Bu da ancak sevgi ve merhametten yaratılmış olmayı fark edenler, vicdanlarının derinliklerinde bunu bulanlar, Allah’tan varlığa yansıyan sevgi ve merhamet halesini hissedip duyumsayanların bir araya gelmesi ile mümkün olabilir.

Sözün özü…

Silah tutan ellerin kalem tutuşunu, öfke kusan dillerin tesbih çekişini, İslâm beldelerine adaletle diz çöktüren ecdadımızın gönül sultanları önündeki tevazusunu anlasak; tahiyyatlarda okuduğumuz ‘Rabbenâ’larda; “Beni, ana-babamı ve bütün müminleri bağışla” diyerek az sonra hiç de üstümüze vazife olmayan bir kavgada kalbini kıracağımız, hakaret ve hatta küfür edeceğimiz, yetinmeyip ihanet edeceğimiz kardeşimizin ebedi saadeti için dua ettiğimizin farkına varsak yetecek!

Çağlar ötesinden zamanın kalbine düşen "Okçular yerinizden ayrılmayın!" nebevi iz düşümü ile bitirelim;

Zira siz ayrılırsanız Hamza'lar şehit düşecek meydanlarda. Hint'lerin öfkesi ve kini dünyayı esir alacak. Ebu Süfyan'ların develerinin sırtındaki "yük" dünyanın"şerefi" olacak. Ebubekir'lerin sıdkı tarihe karışacak. Ömer'lerin adaleti yetimin, kimsesizin, mahsunun, sahipsizin, ezilmişin, yolda kalmışın gözlerine değil; muktedirlerin iki dudağına hapsolacak! Osman'ların kanı mushafa bulaşacak. Ali'leri meydanlarda yıkamayanlar ona hırsın zehirli oklarını fırlatacak. Ebuzerr'ler Rebeze'lerde yetimliğe mahkum edilecek. Alemlere rahmet olanın tevazusunun karşısına Muaviye'lerin görkemli sarayları inşa edilecek! Hasan'lara ihanetin zehri içirilecek. Hüseyin'lere Kerbela'larda tuzaklar kurulacak. Ebu Leheb’ler, Ebu Cehil’ler asırlar dolaşacak. AYRILMAYIN!

Müebbet Muhabbetle… (SON)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Arşivi