Fettullah ÇELİK/YENİGÜN ÖZEL – Diyarbakır’ın Sur ilçesinin daha öne köy olarak bilinen şimdiki Erimli mahallesinde 66 yıl önce yaşanan ve o yıllarda Kürtçe “Birîna Reş” Türkçesi “Kara yara” olarak bilinen hastalığın kalıntıları halen bazı vatandaşlarda bulunuyor. 73 yaşındaki Hasan Battal’ın yüzünde, ellerinin üst derisinde yara izleri hâlâ belirgin ve parmak uçları küt görünüyor. Hastalıkla ilgili konuşmaya başladığında kırılıp dağılan sesiyle, o yıllarda hiçbir yetkilinin kendilerine yardımda bulunmadığını söyleyen Hasan Battal, biraz iyileştikten sonra iş aramaya koyulmuş ama çaldığı kapılar yaralı yüzüne ve kapanmış. “14 yıl boyunca iş kurumuna gittim bana iş bulunması için ancak bir sonuç alamadım” dedi.
Geçen hafta havanın güzel olduğu bir günde hobi haline getirdiğim köy gezilerime devam ettim. Sonbahar nedeniyle günler yavaş yavaş kısaldığı için eskiden köy olarak bilinen ancak şimdilerde merkez Sur ilçesine bağlanan Erimli Mahallesi’ne erkenden gitmeye karar verdim.
Erimli’nin Kürtçe ismi Simaqî. Türkçe ismi ise halk arasında pek kullanılmaz. Hatta Simaqî diye telaffuz edilmezse yörede kimse size yol tarif edemez. Diyarbakır’a çok yakın ve nüfusu 650 civarındaki Erimli Mahallesi eskiden beri yetiştirdiği kocaman karpuzlarıyla tanınıyor. Erimli köylüleri her yıl düzenlenen karpuz festivallerinde de boy gösteriyor.
Köyde gezip vatandaşlarla sohbet ettiğim sırada tesadüfen yaşlı bir amca dikkatimi çekti. Parmakları küt, yüzü harita çizgileri gibiydi sanki. Merakla ona yaklaştım. Onunla konuşup sohbet etme arzusu uyandı içimde. Sesinde yılların ağır yükünü taşıyan birinin ağırlığı vardı. Masumiyet ve mağduriyetten oluşan ağır bir yük. Kendisiyle sohbete başladığımda söze ilk zehirli buğdayın kendisini bu hale getirdiğini söylemesiyle başladı. Merakım büsbütün arttı. Biraz daha araştırınca köyde birçok çocuğun da bu hastalıktan öldüğünü öğrendim. Yaşlı birkaç kadın ölen çocuklarından, kardeşlerinden, akrabalarından söz etti.
VEDAT ÇETİN KİTAPLAŞTIRDI; ÖNCE KUŞLAR ÖLDÜ
Hafızamda yer eden o vahim olay hakkında okuduğum Vedat Çetin’in “Önce Kuşlar Öldü” adlı kitabında, zehirli buğdaydan önce kuşlar ölmüş ama bu durum dikkatini çekmemiş insanların.
Diyarbakırlı yazar Vedat Çetin yıllarca bu konuyu araştırmış ve elde edebildiği tüm verileri toplayıp güzel bir roman yazmış.
Zehirli buğday ve yaydığı hastalığı biraz araştırınca meselenin 1955 yılına kadar uzandığına vakıf oldum.
1955 yılında yurtdışından hibe olarak gönderilen ve Hekzaklorobenzen ihtiva eden cıvalı 100 bin ton tohumluk buğday vagonlarla Urfa, Diyarbakır ve Mardin’e oradan da ilçe ve köylere gönderilir. O yıllarda yoksulluk had safhadadır. Vatandaşlar adeta kıtlıkla, kuraklıkla mücadele ederken perişandır. Bir yandan Kımıl bir yandan çekirge istilası altındadır tarla ve meralar. Buğday ekmeği bulabilmek hak getire. Tohumluk da yok tabii.
VATANDAŞLAR UYARILMIYOR
ABD’den hibe olarak gönderilen tohumluk buğdayın zehirli olduğu ve pişirilip yenilmemesi gerektiğiyle ilgili yetkililer vatandaşları uyarmıyor. O yıllarda köylü vatandaşların büyük bölümü ne okuma yazma ne de Türkçe konuşmayı bilmiyor. Tohumlukları alan vatandaşların çoğu buğdaylarla değirmenlere yöneliyor, o zehirli buğdayın ununu pişirip yiyorlar. Bir süre sonra zehirli buğdayın etkisi kendini göstermeye başlıyor. İnsanların vücutlarında, özellikle de güneş gören el ve yüzlerinde aşırı derecede kıllanma başlıyor. Vücudun güneşe maruz kalan yerlerinde ise özellikle el ve yüzde su dolu kabarcıklar oluşuyor ve bu kabarcıkların patlamasıyla da siyah yaralar oluşuyor. Siyah, cılk yaraların içinden boy veren uzun siyah kıllar insanlarda korkunç bir görünüşe neden oluyor. Basbayağı maymun görünümündeler. Yaralar yaz bittiğinde sünüyor, bir sonraki yazın başlangıcında yeniden gürleşip ölüme sürüklüyor insanları. Bu hastalık yetişkinlerden çok bebekleri ve çocukları öldürüyor. Çocuklar vereme yakalanıyor, kör oluyor, parmakları eriyip dökülüyor. Hastalığın bulaştığı insanları uyku tutmuyor, kâbuslarla uyandırıyor, iştah kesiyor ve günden güne zayıflatıyorlar. Yetişkinlerde iktidarsızlık sorununa bile yol açıyor. Hastalık birçok yerde görülüyor ama gazeteler ağırlıklı olarak Bismil ve köylerinde büyük etki gösterdiğini yazıyor. Tren istasyonunun ilçe merkezine çok yakın olmasının büyük talihsizliği... Hastalık ilk çıktığında yetkililer bir teşhis koyamazken, halk arasında “Birîna Reş” yani “Kara Yara” olarak isimlendiriliyor.
KORKUNÇ SALGIN ÇOCUKLARI ÖLDÜRÜYOR
Aradan üç yıl geçiyor ama henüz teşhis edilmemiş hastalıktan dolayı binlerce çocuk hayatını kaybediyor. O dönem çıkan gazetelerde ise bu hastalık, “Diyarbakır’da korkunç salgın” başlıklarıyla haberleştiriliyor ancak Sağlık Bakanlığı, hastalığın bulaşıcı olmadığıyla ilgili açıklamalar yapıyor. Milliyet gazetesinin 23 Temmuz 1959 tarihli sayısında bu hastalıkla ilgili yapılan haberde “Kara Yara'dan bir yılda 500 ölü” bilgisine yer veriliyor. Sağlık Bakanlığı ise yaptığı açıklamada, “Endişeye mahal yok” diyor ve yaşamını yitirenlerin sayısını 130 olarak açıklıyor.
Bu zaman zarfında bir ABD heyeti geliyor Diyarbakır’a. Hastalığın mikrobik değil zehirlenmeye bağlı metabolizma hastalığı olduğunu ve bulaşıcı olmadığını “Önce Kuşlar Öldü” romanındaki bir sahnede yazıldığı gibi (hasta yakınlarını ikna etmek için) Amerikalı doktor sağlık ocağında yatan hasta çocuklardan birinin ağzına bir akide şekeri koyuyor, sonra o şekeri alıp kendi ağzına atıyor. Ancak bu durum geçen zaman içerisinde binlerce bebek ve çocuğu ilgisizlikten ölümün kucağından geriye getiremez, telafisi yoktur bunun. Ölmekten kurtulan yüzlercesinin vücudunda ise kalıcı hasarlar bırakıyor vahim hastalık.
1950 yılların sonunda bölgeyi etkisi altına alan bu hastalığın hikayesi kısaca böyle.
DEVLET BİZE SAHİP ÇIKMADI, PERİŞAN OLDUK
Hastalığın mağdurlarından biri olan 73 yaşındaki Hasan Battal’ı görünce bayağı şaşırdım. Korkunç hastalığın izlerini parmaklarında ve yüzünde halen taşıyordu. Hasan Battal ile yaptığımız kısa sohbette, kendilerine verilen buğdayı pişirip yediklerini ve kendisinin hastalık sonucu bu hale geldiğini belirtiyor.
Hastalığın kendisini sakat hale getirmesine rağmen devletin kendisine yardım etmediğini dile getiren Hasan Battal şunları söylüyor:
“Babam dahil köydeki yetişkinlerden hiçbirinin okuma yazması yoktu. Türkçe de bilmiyorlardı. Buğdayı bize yardım diye vermişler, ama bir açıklama da yapmamışlar. Tohumluk buğday içinde taşıdığı zehriyle bizlere verilmiş. Bizlerde tutup öğüttük ve açlığımızı, yokluğumuzu yatıştırmak için yedik. Ben 10 yaşında falandım bu hastalığa yakalandığımda. Doktora beni babam götürüyor, iğne vurduruyorlar, ama onun da pek faydasını göremedik. Kimse bize yardım etmedi. Perişan olduk. 7 Yıl sürdü. Bu zaman zarfında çevremizde çok sayıda çocuk öldü. Vücudum hep yara bere içindeydi. Bu hastalık biz yoksulları vurdu. Hayatımızı çekilemez hale getirdi. Devletse hiç sahip çıkmadı. Yaramıza derman olamadı. İlgisizlikten, sahipsizlikten perişan olduk. Mağdurdum. Sakatlandım. O Maaş bağlasalardı iyi olurdu. Yıllar geçti, yaşlandım. Artık çalışamıyorum da. Devlet bana sadece yaşlılık parası veriyor şu anda, o da zaten yetmiyor. Bu hastalıktan dolayı bize maddi yardımda bulunsalardı bari. 14 yıl boyunca İş Kur’a gidip geldim bana bir iş bulmaları için. Ama kimse ilgilenmedi. Yabancı ülkelerden de birçok doktor geldi bu hastalığı araştırmak için benimle görüşüp fotoğraflarımı çektiler.”
Köydeki yaşlı kadınlar da hastalıktan ötürü çocuklarının, kardeşlerinin ve akrabalarının öldüklerini söylüyor. Kendilerini bu konuda şanslı hissediyorlar ama ölenlerin anılarını yüreklerinde taşıyorlar.