Leyla Zana sessizliğini bozdu
Leyla Zana siyaset defterini kapattı mı? Küs mü, kırgın mı? Siyasetin ve hayatın neresinde duruyor? Kamuoyunun önüne çıkmadığı yıllar içinde nasıl bir hayat sürdü? Barış süreci neden bitti? Erdoğan 8 Ekim 2015'te "Ben çözüm süreci kaldırılmıştır demedim, şu aşamada buzdolabına konulmuştur dedim. İşler yolunda giderse, süreç yeniden gündeme gelir" demişti. Yeni bir süreç mümkün mü?
Bütün bunları ve daha fazlasını Gazete Duvar’dan Vecdi Erbay ile konuştu.
2013'te bir çözüm süreci başlatıldı. Sonra akamete uğradı, masalar devrildi, mesele daha zor bir yere doğru evrildi. Siz sürecin içinde olan bir siyasetçiydiniz. Ne oldu o dönem? Masa neden devrildi?
2006'da diplomatik çalışmalar kapsamında Norveç'e davet edildim. “Kürt meselesinin çözümüne nasıl katkı sunabiliriz” diye soruldu. Uzun tartışmaların ardından temelde iki noktanın altını özellikle çizdim. İlki; çatışan kesimlerin bir masa etrafında toplanması, diğeri de Kürtlerin bir araya gelmesi. Çünkü Kürtler dağınıkken ne Türkiye’nin demokratikleşmesine ne de kendilerine katkı sunabilirler. Her parçanın mutlaka özgünlükleri vardır. O özgünlükleri göz önünde bulundurarak ortak paydalarda bir araya gelmeleri ve gelen fırtınayı göğüslemeleri gerekir. Bunlar 2009'a kadar belli ölçülerde hayata geçti. 2009'da garantörlük sorunu çıktı, çünkü Türkiye “sadece Kürtlerle bu işi hallederim” dedi ve maalesef o diyalog süreci de akamete uğratıldı.
2012’de o zamanın Başbakanı Sayın Erdoğan'la bir görüşme gerçekleştirdik. Sayın Beşir Atalay da oradaydı. Ne düşünüyorsam ifade ettim: “Bu sistemin kara delikleri yama usulüyle kapanmaz. Siz başbakanken bu anayasanın artık bir biçimde değişmesi lazım. Utançtır, 12 Eylül faşist rejiminin diktiği deli gömleğini artık bu toplumun boynuna zorla geçirmeyin.” Kürtlerin muhataplığı konusuna da geldik. Ben döndüm dedim ki “Şu anda sizin dışınızda kim AK Parti'ye güç getirebilir? O zaman bu çatışma sürecini sonlandırmak için kim neyi yaratmışsa onunla oturacaksınız. Sayın Öcalan orada... Kendisiyle oturup konuşmalısınız. Kürtlerin temsilcileri var. Onu da yasal zeminin içerisinde, birbirinden ayrıştırmadan, birbirine karşıt pozisyona getirmeden, bütünlüklü olarak ele alıp bu sürecin altından ancak kalkabiliriz.
Her kesimi bu sorunun ortağı haline getirmelisiniz. Sadece iktidar partisi ya da sadece bizim bir kesimimizle bu sorun halledilecek bir sorun değil. Herkesin sorunu çünkü. Eğer demokratikleşme sağlanamıyorsa bu sorundan kaynaklı. Eğer faşizm bu kadar kök salıyorsa bu sorundan besleniyor. Kürt sorunu çözülmediği müddetçe faşizmin önüne geçemezsiniz. Rant bu kadar yüksek derecede gündemde ise kaynağında bu sorun yatıyor. İnsan hakları ihlalleri bu yüzden bitmiyor.” Hatta dedim ki, “Sayın Başbakan, 8 tane polis bir vatandaşı dövemez.” Dedi ki, “Leyla Hanım 8 polis değildi.” “Hadi 5 olsun” dedim…
Görüşmede sorunun çözümüne nasıl yaklaşılması gerektiğini de anlattım: “Taktiksel değil, stratejik olarak yaklaşın bu soruna. Stratejik yaklaşırsanız Türkiye'nin de önü açılır. Dünyanın Türkiye'ye ihtiyacı var, Türkiye'nin de dünyaya ihtiyacı var. Bizim de birbirimize ihtiyacımız var. Biz bu coğrafyanın sahiplerinden biriyiz. Siz dünyaya açılmak zorundasınız.” Daha bir sürü şeyi kendisine ifade ettim ve muhatabın kim olduğunu açıklıkla söyledim. Muhatap bellidir. Ortadoğu'ya en çok kafa yoran Sayın Öcalan'dır.
Ne dedi?
Onu şimdilik açmayalım. 2013’teki süreç pek çok açıdan tarihsel bir fırsattı. Yalnızca Kürtler için değil, Ortadoğu halkları için de öyleydi.
'SİLAHLAR BIRAKILSIN ŞARTI'
Şartları olmuştur mutlaka.
“Silahlar bırakılsın” dedi. Dedim ki, “Gerçekçi değil. Neye dayanarak bırakacaklar? Bir projeniz var mı? Bu insanları nereye getireceğiz? Nerede konumlandıracağız?” O kadar net konuştum.
Erdoğan’ın başbakan olması sistemin taktiği miydi?
Ümmetçi anlayışı denemek istediler. Kürtler de zaten bu ümmetin bir parçası. Tekrar özgünlüklerinden ve özelliklerinden arındırarak, sadece inanç bağlamında buraya bağlayabilir miyim? Bunun hesabını yapar sistem. “Sizin burada oturmanız bile bu hesabın sonucudur” dedim. Çünkü her şey denenmişti, bir tek ümmetçilik denenmemişti. O da denendi. 2014-2015'den bu yana uyguladıkları politikanın sonucu da bu. Acaba biz korkutarak, yok ederek, cezaevine atarak Kürtleri tekrar sindirebilir miyiz? Bir 100 yıl daha geri çekebilir miyiz? Küçük hesaplar. Daha büyük düşünsene!
'ÖCALAN’I VE ERDOĞAN’I DEVREDEN ÇIKARMAK İSTEDİLER'
2013'teki barış süreci aslında biraz sizin talep ettiğiniz şekilde ilerledi. Çünkü bir akil insanlar heyeti kurdular. Türkiye'nin her tarafına gittiler, görüştüler. Kandil'le, siyasi partililerle, cezaevleriyle, diasporayla her tarafla görüşmeler yapıldı. Şimdi hep sorulan soruya geldik. Süreç neden bozuldu?
Bu sorunu Öcalan’sız ve Erdoğan’sız çözmek isteyenler, bu işi kendi aramızda çözeriz diyenler oldu. Dünya kadar risk göğüsleyeceksiniz ve kimileri sizleri bu işin dışında bırakarak yol almak isteyecekler. Kabul eder miydiniz? Zor. Bu kadar net. Bunu ilk defa duyuyorsunuz değil mi? Bunu bazılarının yüzüne vurduğum için bu rahatlıkla söylüyorum. Kişilerin adını vermeyeceğim. AKP'nin içindekiler bana dediler ki, “Biliyor musunuz sizinkiler Öcalan’ı dışlamak için bu süreci bozdular.” Ben de döndüm dedim ki, “Ben başka bir şey daha biliyorum. Siz de Erdoğan'sız bu işi götürmek istediğiniz için süreç bozuldu.” Tek bir cevap alamadım. Karşımdaki sustu.
Peki ama Erdoğan o zaman güçlüydü, hâlâ çok güçlü. Buna nasıl izin verebilirdi ki?
Hatırlayalım, 7 Haziran 2015 seçimlerinde Erdoğan ilk defa Meclis’te çoğunluğu kaybetti. Çözüm süreci yaşanan sıkıntılara rağmen sürüyordu. İddia ediyorum ki, tekrar seçime gitmeyi engelleyecek bir formül yaratılabilseydi, Türkiye'deki vicdanlı, duyarlı kamuoyu, demokratik güçler, Kürtlerin bir kısmı ve Erdoğan, güvenlikçi zihniyete karşı durabilselerdi süreç farklı gelişebilirdi. Sürecin bozulmasında Milli Güvenlik Kurulu kararlarının mutlaka etkisi olmuştur ama sadece MGK kararlarıyla bozulduğu tek başına yanıt olamaz. Bu sorunu çözebilmek için iktidar gücü önemliydi. O zaman da söylemiştim, “İkinci bir seçime (1 Kasım 2015) gidersek korkarım ki 90’ları arar hale geliriz.” O dönem dirsek teması kurulmaya çalışıldı ve Erdoğan’la görüşüldü. Ama artık çok geçti.
Nasıl bir dirsek teması?
Bilmiyorum. O kadarı da araştırmacılara kalsın. Bu sürecin aydınlanmasını ben de isterim.
Sürecin bozulmasıyla ilgili AK Partililerden de DEM Partililerden de karşılıklı suçlamalar duyuyoruz. Ama sürecin bozulma gerekçeleriyle ilgili neredeyse somut hiçbir şey öğrenemiyoruz. Hep kamuoyundan bir şey gizleme çabası var sanki?
İnanın iki parti arasında ne konuşulduğunu bilmiyorum. Ben daha çok Güney Kürdistan Bölgesi’ne endeksli bir diplomatik çalışmayla sınırlandırıldım. Bilmiyorum yani ne konuşuluyordu. Rutin heyet görüşmelerinde yer almadım. Yalnızca, en son görüşmemizde, Sayın Öcalan'ın Dolmabahçe Mutabakat metnine ilişkin eleştirileri oldu.
O metin kötü müydü? Öcalan yetersiz mi bulmuştu?
Dolmabahçe buluşması kamuoyu açısından anlamlı ve önemliydi. Metnin içeriği ve hazırlık aşamasına dair detaylara vakıf değilim.
'ÖCALAN KÜRTLERDE BİR RÖNESANS GERÇEKLEŞTİRDİ'
Öcalan meseleyi çözer miydi? Böyle bir gücü var mıydı?
Tabii ki vardı. Hâlâ da var. Sorunu en iyi bilenlerdendir. Çünkü sonuçta bu devasa hareketi en az 40 yıldır ayakta tutan onun öngörüleridir. Onun fikriyatıdır. Şimdi Kürt hareketi denilince Türkiye’de akla sadece çatışma geliyor. Halbuki bunun kültürel, felsefik boyutu var. Bunun bir örgütleme düzeyi var. Bunun çağdaş yaşam biçimi vardır. Yani Kürtlerde bir rönesans gerçekleşti. Bir görüşmede dedi ki “Ben devrim yapamadım.” “Hayır, başarılısınız” dedim. “Sovyetler Birliği'nde devrim yapıldı. Proletarya diktatörlüğü kuruldu. Ama 70 yıl dayanabildi. Ama siz zihinsel devrimi yaptınız. Bunun en somut ve çarpıcı örneği de Kürt kadınıdır” dedim. Öyle deyince gülümsedi. “Öyle mi düşünüyorsun” diye sordu, “Evet, öyle düşünüyorum” dedim.
Tartışıyordunuz bazı meseleleri, değil mi? İmralı’ya sadece talimat almaya gitmiyordunuz yani?
Tabii ki. Kendisinin bu konuda çok saygın bir yaklaşımına tanık olduk. “Benim adıma şunu yapın demem. Ama kendi halkın adına ne yapmak istiyorsan serbestsin. Halk adına yapın” diyordu.
Öcalan bu işi çözebilirdi, kararlıydı, niyeti oydu diyorsunuz. Erdoğan'da da böyle bir kararlılık hissetmiş miydiniz? Meseleyi çözmeye hakikaten istekli miydi? Çünkü bu konuda Kürtlerin büyük kuşkuları gözlemleniyor.
Öcalan, “En görkemli savaş bile barıştan daha değerli değildir. Çünkü savaş çürütür. Barış süreci ise büyütür” diyordu. Eksik şeyler olabilir ama çaba gerekiyor. Yıkım kolaydır ama inşa çok zordur. “Adım adım gideceğiz” dedi. Peki, iktidarın tümü stratejik yaklaşıyor muydu? Demin ifade ettim, orada da aynı bizdeki kafa karışıklığı vardı. Her şeyi seçime endeksleyerek konumlandılar ve böyle bir tabloyu Türkiye halklarına reva gördüler.
'BU SORUN HERKESİ YAKMAYA BAŞLADI'
Çözüm süreci Erdoğan’ın inisiyatifi dışında mı bitti?
Sayın Cumhurbaşkanı “süreci dondurucuya kaldırdım” diyor. E artık miadı geçmek üzere, bence dondurucudan çıkarıp bu işi esastan ele almak gerekiyor. Zaman kaybetmeden... Ama görülüyor ki böyle bir çabaları yok. Artık zamanı ötelemeye, ertelemeye tahammül kalmadı, anlatabiliyor muyum?
Ortadoğu'nun geneline baktığımızda koşullar bunu herkese dayatıyor. Kürtlere de dayatıyor, Türkiye Devleti'ne de dayatıyor. Hayat dayatıyor, toplumun beklentisi oradan çıkıyor. Kürtler ölüme aşık değil. Kürtlerin devleti yıkmak gibi bir yaklaşımları yok zaten, bir hak arayışı var, yok sayıldığı için bir biçimde direnmek zorunda kalıyor. Devlet açısından baktığımızda, borçları artık milyar dolarları çoktan aştı. E bu borcu nasıl ödeyeceksin? Barış hâkim olsa bu topraklar kimi beslemez? Hiç Ukrayna'dan buğday, mercimek almana gerek yok. Bir diyalog geliştirsen, sağlıklı bir iş birliğine gitsen Avrupa'yı da ısıtabilecek kaynaklara sahibiz… İktidarı ve muhalefetiyle enerji, zaman ve kaynaklar buna harcanmalı. Bu sorun herkesi yakmaya başladı.
2013'te bu niye olmadı?
Yeterince çalışmadık diyelim. Yeterince anlatamadık. İki taraf için de söylüyorum. Devlet yeterince tedbir geliştirmedi ya da net bir tutum belirlemedi. Diplomatik, politik ve kitlesel boyutuyla biz de çok dağınıktık. Yapı olarak dağınıktık. Kimse diğeriyle bir şey paylaşmıyordu. Öyle bir sıkıntı da vardı.
‘SEN ÖLÜM ORUCUNA GİDERSEN BİL Kİ BİNLERCESİ SENİNLE ÖLECEK’
Bilgi paylaşılmadı mı?
Bilgi paylaşmayınca istersen en tepede ol, bir şey yapamazsın. Çünkü sürekli şu kaygıyı taşırsın, acaba ne yaparsam zarar vermem? Zarar verme pozisyonunda olmak istemem. Tam tersine; kendi gerçekliğimi göz önünde bulundurduğumda ben katkı sunmak üzere pozisyon alırım. Bilgi paylaşılsa netleşme sağlanır. Netleşme sağlanırsa o pratiğe yansır. O dönem şehir merkezlerinde çatışmalar devam ediyor ve her yerden ölüm haberleri geliyordu. Bu yerleşim yerlerine giriş yapılmasına izin verilmiyordu. Biz de milletvekili arkadaşlarımız ve parti teşkilatımızla birlikte Midyat’tan Cizre’ye gitmeye çalışıyorduk. Çünkü Cizre’den korkunç haberler geliyordu ve biz de ablukayı yarıp halkımıza ulaşmak istiyorduk. Tabi güvenlik güçleri her noktada bütün güçleriyle geçişimizi engellemeye çalıştılar. Biz de yürüyerek gitmeyi kararlaştırdık. En son İdil’de de durdurulunca arkadaşlarımızla beraber bir durum değerlendirme toplantısı yapmak üzere burada kaldık.
Toplantıda bir grup arkadaşın orada kurulan barikatı aşarak Cizre’ye geçmeye çalışacağı geri kalanların ise kamuoyunu bilgilendirmek için bir açıklama yapmasında karar kılındı. Açıklamayı da benim yapmam istendi. Orada hem Cizre’ye ulaşma hem de ölümlerin durması adına her şeyi yapabileceğimizi vurgulamak için çatışan her iki tarafa da seslenerek ölümlerin durmaması halinde ölüm orucuna başlayacağımı söyledim. Bu açıklamadan birkaç saat sonra bir temas sağlandı ve çatışmalar bir süreliğine durdu.
Ertesi gün de Cizre’ye girebildik. Amacım bu gençlerin, bu sivil insanların ölümünün önüne geçebilmekti. Az önce belirttiğim gibi bir süreç hakkında bilgi sahibi olmazsan sürece zarar verir miyim vermez miyim kaygısını taşıyorsun. “Sen ölüm orucuna gidersen bil ki binlercesi seninle ölecek” dendi. “Amacım bu ölümleri durdurmak. Bir kişi bile benimle ölüme giderse ve ben kurtulursam kendimi asla affetmem, bunu kaldıramam.” Yapamazdım. Amaç ölümleri durdurmaksa ve yapacaklarımla o amaçtan uzaklaşıyorsam; bir tek insanın dahi ölümüne sebebiyet vermemek için orada durup sözümü yutmak durumunda kaldım. İlk kez sözümü yuttum. Yoksa siyasal çizgi olarak baktığımda ne düşünmüşsem ona göre davrandım ve yaşadım bugüne kadar. Tarihimiz böyle, biz böyle öğrendik.
Güneyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Barış sürecinden başlayarak diyelim... Sizin orayla da temaslarınız vardı.
Barışın gerçekleşmesi için emek veren herkese minnettarız. Böyle bir zamanda Mam Celal’i (Talabani) de mutlaka hatırlamak ve hakkını teslim etmek gerekir. Hayatı boyunca Türkiye’de Kürt sorununun demokratik ve barışçı çözümü için çabaladı. Tabii Kek Mesut ve Neçirvan Barzani’nin de çözüm sürecinde çok önemli katkıları oldu. Egemen güçler de Kürtlerin dağınık ve parçalı halinden besleniyor, ne yazık ki. Doğal olmayan siyasal sınırlar zaten bir halkı paramparça etmiş. Oysa Kürtler birbirlerine rakip değil. Kürtler bulundukları her yerde bir yandan varlık mücadelesi verirken, diğer yandan birbirlerini tanıma ve anlama süreci yaşıyor. Nasıl bir ilişki ağı geliştirilecek, bu nasıl kalıcı, dayanıklı ve verimli bir hale dönüştürülecek?
Bütün bunlar için konuşmak, diyalog kurmak gerekir. Kürtler kendi birliklerini sağlayabilmeli. Türkiye de Rojava’nın barış ve diyalog çağrılarına bombalayarak değil, daha önce olduğu gibi diplomatik ilişki ve temas kurarak yanıt vermeli, komşuluk geliştirmeli tıpkı Güney Kürdistan’la geliştirdiği ilişki gibi…
Kaynak:Gazete Duvar
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.