Cumartesi Okumaları: Felaketzedeler Evi
Erhan Sunar
Kısacık, mücevher parıltısında bir roman.
Kitabını yazarından bağımsız okuyabilmek, bazı durumlarda oldukça güç olabiliyor. Felaketzedeler Evi’nin de böyle bir okuma biçimine kapı aralayan bir yanı var, çünkü şizofreni hastası Guillermo Rosales kısacık, mücevher parıltısında bu romanını edebi anlamda meydan okuyan bir kimliğe bürümekle birlikte, bir bakımevi çevresinde kişisel ve toplumsal hastalıkların, “felaketlerin” başından sonuna yoğunlukla dahil olduğu bir alana da çevirmiş. Yine de insan onu ne hastalık öyküleri içinden ne de kurgunun anbean işleyen şaşmaz düzeni üzerinden bir temele oturtmak istiyor: Sanki birinden biri ağır basacak olsa, dikkatimizden romana dair nadide bir şeyler kayıp gidecekmiş gibi.
Kitap büyük bir gerçekçilik etkisi altında, başkarakter William Figueras’ın Miami’deki bakımevine Küba’dan bir çeşit sürgünlük sonucu dahil olmuş, her biri başka bir dertten mustarip bir grup insanı adeta bir kamera gözü gibi incelemesiyle devam ediyor. Bu şimdiki zaman algısını özellikle vurguluyorum; yakınlarının parasal güvenceleri sonucunda da olsa, bakımevinin her sakini öylesine bir ihmalkârlık ve şiddet döngüsü içinde yaşamaya çalışıyorlar ki dikkatimizin en küçük detaydan kaçması bile mümkün değil. Mümkün olmaması ise, bir üslup ve anlatım kaygısıyla içine çekildiğimiz bir dünyanın sözkonusu olmasından çok, bu dünyanın içine yerleştiği daha geniş çeperin aslında bizi ne kadar düşündürmesi gerektiğiyle ilgili. O çeperde evin yöneticisi (devletten aldığı paralara karşılık orada çok az görünen) Curbelo’nun zalimliğini fazlasıyla sürdüren Arsenio ve elbette bakımevi sakinlerinin hayatlarını kimi kez ortak, kimi kez bambaşka yönlerden etkilemiş Küba’nın siyasal, toplumsal gerçekliği vardır (Rosales’in de hem Batista hem de Castro yönetimiyle anlaşamadığını ilave etmek gerekir). Hastalardan biri televizyonda her rastladığında oldukça kavgacı bir üslüpla geride bıraktığı ülkesinin sistemine çatarken, Figueras’ın kendisi zaman zaman bir parantez açtığı rüyalarında “don gömlek, dişleri dökülmüş halde” harabe bir eve sığınmış Fidel Castro’yu orada top atışına tuttuğunu görür. Romantiklerden bol bol okuduğu şiirlerin dışında kendi dünyasına dair ipuçları edineceğimiz buna benzer rüyalarında, bakımevi, oradaki varlığı ve dışarıda devam eden hayat, geride ülkesinde bıraktığı şeyler iç içe alegorik nüvelere de dönüşmüş olurlar: Ama her durumda, gerçeklerden kopmadıklarına bizi inandırarak.
Bakımevi sakinleri sadece yemeklerde, koridorlarda, bahçede bir arada bulunmakla kalmıyorlardır; her birinin diğerine hazince bağlı olduğunu romanın bazen sertleşebilen havasından, detaylarından da görebiliyoruz. Arsenio yaşlı “düşkünleşmiş” Hilda’ya cinsel saldırılarda bulunurken, farkında olan Figueras gözleriyle takip etmekten fazlasını pek yapamıyor; üstelik onun hasta olmadığını bir örtük pazarlık ânında Arsenio söylediğinde, Figueras sonrasında hemen bir denetleyici rolüne de girebiliyordur. Geceleri bir pizzacıda çalışan “kaçık” oda arkadaşından, tıpkı Arsenio’nun açık açık para koparması gibi, yine Figueras birkaç pezo da olsa durmadan alabiliyor, hatta çalabiliyordur. Ardından da tabii sosis ve biradan, koladan ibaret eğlencesine, dış dünyanın özgürleştirici havasına dahil olabilmek için bakımevinden uzağa, Amerika’nın gürültülü sokaklarına, daha da hafif hissettiği zamanlarda pornografik dergiler satan dükkânlara (ne yapması gerektiğini tam bilemese de) gidiyordur. Yazarın çelişkilere, kişisel açmazlara alan açmaya çalıştığını sezebileceğimiz böyle birbirini sürekli kovalayan sahneleri, durumları ya da ilişki biçimlerini yine birer toplumsal taşlama veya ahlakî derse çevirmediğini anlamamız için ise, romanın hiçbir yerinde rastlayamayacağımız, yoruma dayalı muğlak olabilecek pasajların yokluğuna dikkat göstermemiz yetecektir: Bu boşluklar Figueras’ın hep daha fazla dakik gözlemler yerleştirmesiyle romana iç acıtıcı bir kesinlik katar ve başta bahsettiğim “çevresel” dünyanın hastalara bir an bile algı açıklığı sunmamasına birer bahaneye (edebî anlamda) ve birer kanıta dönüşmüş olur.
Kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde, bakımevinin en “özgür” kişisidir Figueras. Yazarın bir tür alter egosu olduğunu, kitaptan ve hayattan pek kopmayacak biçimde hesap edecek olursak, şizofreninin sınırlarına dair bizi epey düşündürür aynı zamanda. Rosales’in yaşamına dair yazdığı özlü sonsözde, Ivette Leyva Martinez’den onun eserlerini yakacak kadar karamsar, her fırsatta arkadaşlarını ağız dolusu güldürecek kadar da neşeli olabildiğini öğrenince, romanın sonlarının neden büyük bir coşku ve canlılık işaretiyle derin bir karamsarlığı yan yana, art arda verdiğine de yaklaşmış oluyoruz. Figueras bakımevine kendisi gibi sonradan dahil olan güzel Francis’le duygusal ve tensel bir ilişkiyi sorunsuzca sürdürmeye başlamış, onunla oradan kurtulma planları içine girmişken, Francis’i annesinin yeniden oradan almasıyla kesilecek, Figueras’ı Arsenio ve Curbelo’nun dehşetine bir kez daha hasta kimliğiyle mahkûm edecek çok kederli bir sondur bu: Diğer bir deyişle roman başladığı gibi bitmiş ve bu felaketzedeler evinden dışa taşacak tek bir sızıntının bile dikkatle takip edildiğini, onaylanmadığını ve mümkün de olmadığını bize hatırlatmıştır. Gerçek hayatında neşesi yanında zaman zaman saldırganlaşabildiği de söylenen Rosales’in iç sesine uyarcasına Figueras’ın orada kaldığı süre boyunca hangi koşullarda sinirlendiğini pek inanamadan beklesek de, o en nihayetinde tek gözlü ihtiyar Reyes’e, kemeri Arsenio’nun elinden alıp halsiz düşürene dek vuracak, hep şikâyet ettiği soğuk balık ve pişmemiş mercimekten ibaret yemeğe bundan böyle başını eğip katlanacağını bize ifadesiz sesiyle duyuracaktır.
Küba ile Amerika arasındaki, bütün bu insanların yaşamlarına mal olmuş politikaların olsun, her iki ülkenin yurttaşlarına reva gördüğü hayat biçimleri bakımından olsun, Figueras’ın tek başına Blake’ten şiirler ve Francis’le beraber ülkesinin ilk devrim yıllarının şarkılarını okurkenki iyimserlikleri üzerinden olsun, Felaketzedeler Evi bir yandan da kesilmeyen bir ritmin, bir canlılığın yön verdiği bir roman: Sırf bu birinden diğerine dikkatimizi çeke çeke ilerleyen ve herkese acımasızca ve hüzünle de olsa bir şahsiyet katabilen yanı için bile olsa, her türlü umudun karşılıksız kalacağını askıya almamız (ama unutmamamız) gerekir. Sinir hastası yazarı Figueras’ın detay yakalamadaki azmine rağmen en başta söylediğini en sonda tekrarlıyor olması hep böyle bir umuda duyulan karşılıksız hevesin romana kattığı geçicilikle değil, yoğunluğu ve şiddetiyle ilgilidir çünkü. (Kaynak: Oggito)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.