Erhan Sunar yazdı: Magda Szabó’nun Roman Dünyası

Erhan Sunar yazdı: Magda Szabó’nun Roman Dünyası
Yazar romanlarının hiçbir yerinde fazla “duygusallaşmaz” ve kişiler hep biraz geride, kendi dünyalarına bile bir mesafe ölçüsünde durur, başkalarıyla öyle ilişkilenirler.

Magda Szabó’nun romanları, olup biten birtakım şeylerden fazlasını söylemiyor gibi görünürler hep. Bu bir bakıma yanıltıcıdır, çünkü her birinin ince bir soruşturmayı ilerletiyormuş gibi sürüp giden yanlarını, en azından dilsel becerilerini, bizi satırların, cümlelerin içinde tutabilme güçlerini görmezden gelmemize yol açabilir. Bazen ise isyan ettirecek kadar baskındır: Sözgelimi Katalin Sokağı boyunca yazarın tam olarak neye parantez açtığını öylesine belirsiz görürüz ki, kendi okur ölçütlerimiz, metne nereden bakmamız gerektiği veya yaklaşacak gibi olduğumuz ahlâki çıkarımlarımız baştan sona geride durmakla kalır. Ne Macaristan’ın yazarın da yaşamıyla birleşecek savaş sonrası değişimi ne de daha küçük ölçekte kişilerin gündelik yaşamları, satırlardan bir an olsun başımızı kaldırıp biraz tepeden bakma ve öyle değerlendirme hevesi verir. Abigail’de general babanın savaş koşulları içinde bir yatılı okula kaydettirdiği kızı üzerinden açılacakmış gibi olup tekrar kapanan ve içine toplumsal olmaktan çok kişisel kaygıları alan böyle aralar, yazarın ülke rejimiyle iyi gitmemiş ilişkilerini düşününce bir miktar kararsızlık izlenimi de uyandırır.

Yazarın görünür bir başarısı, kişilerinin ruhsal açmazlarına derinlemesine ve ısrarla değinmeden de her birine bir şahsiyet katabiliyor olmasıdır. Bunu kısmen, Kapı’da olduğu gibi, iki kişi arasında bir algılar oyununa dönüşecek hayli kapalı bir evren kurarak yapar; kısmen de, Iza’nın Şarkısı’nda güzel bir örneğini verecek biçimde daha içsel, daha kişisel bir yolla, tek bir kişinin dikkatinden damıtarak gerçekleştirir. Her durumda bu kişileri tanımaya başlarız, soruştururcasına oluşan bu dilsel dünyada yazarın çabalarını unutmamız mümkün oluyorsa romanları düşünüyor olmaktan çok görüyor olmamızdan ötürüdür: Hiçbir detayın yersiz olmayışı, mesela Abigail’de okulun kız öğrencileri arasındaki şakacı ve yıpratıcı gündelik işleyiş veya babasının ölümüyle Iza’nın annesine uzun yıllar sonra göreceği Budapeşte’de rahat olsun diye sağladığı imkân ve bunun ileride sevgisizlikle bir olacak pamuk ipliğine bağlı yanı bize hem bu kişileri tanıtır hem ilişkilerini: On dördüncü yaşında benimsemekte zorlandığı dinsel ritüellerle dolu bir okula verilen Gina da, yetmiş beşini aşmış anne de yapayalnızdırlar, ama biz birinin yatağının altına sakladığı pudrasını, albümünü, tarağını, hayattaki tek kimsesi babasına mektubunu; diğerinin ise kızının evine yerleştikten sonra sabahları pencereleri bile bir başka sevinçle açışını okuruz, neden o halde olduklarını, buna kafa yormalarını değil.

Szabó’nun her bir romanı, bitmiş ve üzerinden bir zaman geçmiş de öyle anlatılan hikâyeler gibidirler. Yazar için fazlasıyla öyledir ve hayal gücünün şaşmaz işleyişine bir bahaneye dönüşür bu durum. Ama oyuncu bir hava da pek edinmeden ilerleyen ve ciddiyetlerini bütünüyle düşünülmüş olmalarına borçlu bu romanlar, özellikle Katalin Sokağı’nda olduğu gibi, bazı tehlikelerle de yüz yüze kalabiliyorlardır: Zamanın akışına koşut olarak, olayların sinir uçlarına inilerek işlenmesinden ve diyelim bağlantıları geniş sahnelemeler kurulmasındansa, bir tür özet gibi geçiliyor olmalarını kastediyorum. Katalin Sokağı’nda bölüm başlarına konulmuş tarihlerden ibaret başlıklar içeriğin hızı, dönen sayfalar ve keşisen yazgılar karşısında bu nedenle çok da gerilerde kalmazlar hiç. Hayal gücünün yazarın kalemine işlerlik, okura daha ziyade edilgen bir merak kazandıran haliyle bu roman, bana kalırsa diğerleri karşısında daha zayıf, etkisi sınırlı durur. Öyle ki bitirip kapattıktan sonra bir de biz anlatmak durumunda kalacak olsak, sanki kendimize ait tek kelime edemeyecekmişiz gibi gelir. Yine de bunu, ilk maddede ileri sürdüğümden farklı bir noktada tutabilmek için, yazarın baskınlığından önce anlatma, aktarma sevgisine bağlamayı öneriyorum.

Yazar romanlarının hiçbir yerinde fazla “duygusallaşmaz” ve kişiler hep biraz geride, kendi dünyalarına bile bir mesafe ölçüsünde durur, başkalarıyla öyle ilişkilenirler. Öte yandan her biri açıkça bir etki yaratmak için tasarlanmışlardır, bu öylesine açıktır ki, evine yardımcı olarak aldığı garip tavırlı yaşlı Emerenc, Kapı boyunca yazar başkişisini bir huzursuzluktan diğerine sürüklerken tebessüm edeceğimiz anda bir durur, üzüleceğimiz anda birden ketumlaşırız. Iza’nın Şarkısı biraz istisna gibi görünür, ama o da bunu duyguları açarak değil, hep biraz daha nüansa boğarak yapar ve böylelikle yine tam bir ağıt olmaktan kurtulup sıkıntılı hallerde mırıldanan bir şarkıya dönüşür. Daha karmaşık duygu durumlarında da böyledir: Yavru Ceylan’da Ezster bir anlamda kendisiyle bile barışık değildir ve bir hayatı olduğu gibi takip ederken kuşkulu bir bekleyişe, temkine, duyguları askıya alabilen bir tür soğukluğa açık olmamızı gerektirir. Adı hissizlik de olmayan bu kapsayıcı olgu, Magda Szabó’nun her bir romanına atılmış kişisel bir imza, onları saran en genel havadır diyelim.

Szabó’nun roman konuları hem açıktır hem de anlatılablir. Ama Borges’in bir yerde Cortázar için söylediğinin aksine, başka türlü bazı edebi gereçlere bir bahaneye dönüşmezler. Borges, Cortazar’ın konularının bilinçlice “önemsiz” seçildiğini söylüyordu, bunu Szabó’ya uygulayacak olsaydık, elimizde ne yapacağımızı bilemeyeceğimiz külçelerden oluşan epey bir ağırlık kalırdı, çünkü yazarın önemsiz sayılacabilecek değinileri bile hep anlamlı gelir bize. Bir şeyi diğerine bağlamada yazar çok hevesli ve hızlı değilse de, çekingen de değildir; dolayısıyla birkaç on sayfa boyunca tekdüze ilerliyormuş gibi görünen olay örgüleri ansızın yeni bir bağla yeni bir düzlem edinmişken çıkabilir karşımıza. Ama bunu kurgulama gücünden biraz ayırmalı ve son derece ağırbaşlı gelişen çizgileriyle bu romanların tutarlılığı her şeye karşın olgusal bir dünyadan kopmamalarıyla kazandıklarına dikkat etmeliyiz: Macaristan’ın şehirleriyle, gündelik ilişkileriyle, siyaset algısıyla geçirmekte olduğu değişim Szabó’nun vazgeçmediği belli başlı dayanaklar olarak, bazen belirsizce bazen daha açık, romanların aldığı seyre etki etmekle kalmazlar, kimi kez küçük araştırmaları da gerektirirler: Sözgelimi Katalin Sokağı’nda kızkardeş Blanka’nın, bir hınç yüzünden ablasının doktor kocasını haksızca ihbar etmesi bizi Stalinist baskı rejiminin işleyişini de düşünmeye sevkeder. Szabó’nun roman konuları, her birinin arka planı ne gösterişli ne de hamasidir, yine de bazı kritik eşiklerdeki kararlar kişilerin kişisel sınırlarını daha geniş bir çevrenin (yasaların, kuralların, önyargıların) belirlemeye hazır olduğunu gösterir: Söze “Macaristan” diye başlamadan, onun yazdıklarının hatırı sayılır bir kısmını açıklamak biraz temelsiz kalırdı. Bu “Macaristan” ise bazen bir ruh halidir, bir mizaçtır, bazen bir kader veya yazarın da yaşamını epey sınırlamış haliyle düpedüz bir ideolojik aygıt.

Magda Szabó’nun romanlarını okurluğumuza veya yeryüzüne dair fikirlerimiz sarsılsın diye değil, genişlesin, anlaşılsın diye severiz. Romanlarının her birinin kalbinde yatan bu anlama ve anlaşılma ihtiyacıdır onu hiçbir yanılsamaya kapılmadan, sorunsuzca değerli yapan. (Kaynak: https://oggito.com/)

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.