Tabii pek çok kişi tam da bu yıllarda, 1990’lı yıllarda, 2000’li yıllarda, toplumun çoktan çözülmüş olduğunu, şiddete rağmen devam ediyor olduğunu değil de, birçok anlamda çoktan çözülmüş olduğunu söyleyebilir.
Hamit Bozarslan, hani Lübnan, Cezayir, Irak gibi örneklere kıyasla, Türkiye’nin neden öyle bir yola girmediğine ilişkin şöyle diyor: Türkiye’nin hem yoğun bir düzeyde şiddet üreten, hem de ürettiği şiddeti sınırlayabilen bir ülke olduğunu, belli ölçüde kontrol edebilen bir ülke olduğunu saptıyordu. Ve fakat bunun bıçak sırtında bir denge olduğunu da ilave ediyor.
Bozarslan’a göre bunun nedeni şuydu: 1975-80 yılları hariç, siyasi şiddetin kontrol altında olmasını sağlayan dinamik, aynı zamanda Türkiye’de şiddet üreten dinamikle aynı şeydir ki bunu da “pakt oluşumu” kavramıyla açıklamaya girişip; şiddetin temelinde Türkiye’de iktidar ilişkilerinin bir toplumsal mukavelenin sonucu olarak belirlenmemesi yatar. Bir toplumsal sözleşme üzerinden belirlenmemesi. Bunun tersi, pakt oluşumudur. Çünkü pakt şu anlama gelir: İhtilaflı çıkarları ve müzakereyi dışlayan bir şeydir. Bir düşmana karşı birlikteliği ve kurulan emir-kumanda zincirine itaati, mukaddes addeden bir şeydir. Ve kan bağına ve sadakat yeminine dayandığı için, ancak kanla çözülen bir ittifaktır. Sosyal bir mukaveleyi, siyasi bir anlamla donatan şey toplum içindeki ihtilafları meşrulaştırmasıdır. Pakt ise, ya siyaset altı, ya da meta siyaset bir boyuta sahip bulunmaktadır. Bu yaklaşımın Türkiye tarihinde neye işaret ettiğini, ne tür siyasi sorunlara işaret ettiğini tahmin edebiliriz. Çok detaylı analizler bunlar fakat daha da önemli bir şeye bağlıyor konuyu: Susurluk olayında görüldüğü gibi bu tür örgütlenmelerin, yani çetemsi oluşumların, hem toplumla bir şekilde ilişki kurmuş ama aynı zamanda devlet ve mafyatik bir örgütlenme şeklinde öne çıkan şiddet örgütlerinin, toplumda tedirginlik yaratmaması mümkün değildir. Ve bu tür örgütlenmeler de toplumsal bir desteğe ihtiyaç duyar, Bu da psikososyal bir morotoryum ile sağlanır. Böyle bir kavramı öne çıkarmıştı, “psiko-sosyal morotoryum”.
Bu morotoryumun devam edebilmesi ise, şiddetin aktörlerinin, şiddeti dost-düşman ayrımı ile açıklama kabiliyetini koruyabilmelerine bağlıdır, yani şiddeti kontrol altına alabilmeleri ve bu şiddetin toplumsal bedelini en asgari düzeyde tutmaları kaydıyla mümkün olabilmektedir. Hem MHP şiddeti için, hem PKK şiddeti için tam da bunlar çok siyasi şiddet biçimleri olduğu için, kontrol altında tutulabildiklerine ilişkin, buna ihtiyaç gösterdiğine ilişkin özel bir analiz yapıyordu. Bu durumda gözlenen, toplumun bir arada tutulmasının koşulu olan etik değerlerin yok edilmesinden ziyade, şiddeti meşrulaştıracak şekilde yeniden tanımlanmasıdır diyor. (Devam Edecek)