Üçüncü yaklaşım, cari açık dâhil mevcut sorunların büyük oranda iktisadi, sosyal ve politik tercihler içeren bir ekonomi politik içinde geliştiğini ifade eden iktisatçıların görüşlerinden oluşur. Ben de bu gruba dâhilim. Bu yaklaşımın içinde farklı bakış açıları söz konusudur. Örneğin, mevcut sorunları ve gelişmeleri sermaye grupları arasındaki rekabet/çatışmaya bağlayan görüşten, liberal ekonomik yapının tıkanmasına bağlayan görüşlere uzanan bir spektrum söz konusudur. Bu görüşlerin tamamının belli dönemleri veya durumları anlamak için belli bir ölçüye kadar anlamlı olduğunu fakat fazlasıyla yapısalcı olduklarını belirtmek isterim. Özellikle, politik aktörün daha fazla öne çıktığı ve izlenen politikaların herkesi tehdit ettiği son dönem gelişmelerini anlamak için de oldukça yetersiz kaldıkları açık. Ben daha çok mevcut sorunları ve gelişmeleri birçok yapısal unsurun yanında mevcut siyasi otoritenin politik aklının neden olduğu dinamiklerle açıklamaya çalışıyorum. Politik akıldan kastım iktidarın iktisadi ve politik hedefleri ve bunları gerçekleştirmek için tercih ettiği araçlardır.
Mevcut iktidar parti yönetimini kısaca iki döneme ayırmak mümkündür: makro-istikrar dönemi (2002-2013) ve makro-istikrasızlık dönemi (2014-2021). İlk dönemde Derviş programına sadık kalma ve konjonktürel koşullar (global likidite bolluğu) makroekonomik değişkenlerin belirli bir düzeyde istikrar kazanmasını sağladı. Bu yanıyla, ikinci tarz-ı iktisat yapanların da oldukça övdükleri bir dönem oldu. Fakat sağlanan makro istikrar ülkenin temel sorunlarını örten bir tüle dönüştü. İstikrar bu anlamıyla sorunları zamana yayarak derinleşmesine imkân sundu. Fakat bu kalıcı sorunlar ikinci dönemde ortaya çıkan istikrarsızlıkla birleşince halkın önemli bir kısmının refahını direkt tehdit eder hale geldi. Her iki dönemin de en temel karakteristiği stratejik bir kamusal akılla yönetilmemiş olmasıdır. İstikrar varken belli bir planlamaya zaten gerek duyulmadı, istikrarsızlık söz konusu olduğunda ise kısa dönem istikrarını sağlamak öne çıktı. Yani ülkede istikrar da istikrarsızlık da uzun dönem bir aklı devre dışı bıraktı.
İlk dönemde konjonktürel olarak piyasaya güvenmek oldukça cazipti. Dünyanın birçok ülkesinde sol partiler dahi piyasanın etkinliğini daha fazla vurgulamaya başlamışlardı ve dahası Çin bile başarısını piyasaya borçluydu düşüncesi yaygındı. AKP yönetimi, bir an önce devletin mümkün tüm iktisadi alanlardan çekilmesi gerektiği konusunda kendisini konjonktürel bir baskı içinde bulduğu gibi, buna dair zihinsel bir pratiği de yoktu. Bu yüzden de özel sektör alanını daha da genişletmeye çalıştı ve özelleştirmeler konusunda daha istekli hale geldi. Bu dönemde, ikinci tarz-ı iktisat yapanların görüşleri de popüler durumdaydı. Bu da sadece makro istikrara odaklanmayı kolaylaştırdı çünkü piyasalar çalışıyordu. İlk dönem aslında birinci tarz-ı iktisatçıların ifade ettiği sorunların filiz verdiği bir dönemdir. Sermaye akımı süratle gerçekleşiyor, döviz kuru değer kazanıyor ve cari açık büyüyordu. Fakat yukarıda da ifade ettiğim gibi, bu tür bir büyüme modelinin temel dinamiklerini sadece rekabetçi kurla yönetemezsiniz. Çünkü cari açık birçok sorunun kümelendiği bir meseledir.
Türkiye’de bu iki dönemde sanayi üretimi iki tür kuşatma altında kaldı. Bunlardan biri, birinci dönemde baskın hale gelen ithalat bağımlılığı, diğeri ise ikinci dönemde buna ek olarak ortaya çıkan sektörel-yanlılık politikasıdır. İlk dönemde değerlenen döviz kuru, artan ithalat ve Çin etkisi yerli üretimin potansiyel alanını birçok alanda hem nitelik hem de düzey anlamında ciddi şekilde geriletti. Yavaşça gelişen bu üretim kaybını çoğumuz fark edemedi çünkü makro istikrara gereğinden fazla önem verildi. İkinci dönemde ise, ithalatla birlikte “sektörel yanlılık” dediğim, yani iktidarın belirli sektörlerle kurduğu simbiyotik ilişkiler gelişti. Bu yanıyla, iktisadi faaliyetler inşaat gibi katma değeri düşük, dış ticarete konu olmayan ve yerel ekonomi içinde geçici tüketim dalgalanmaları yaratan emek yoğun alanlara kaydı.
İkinci dönemde, ilk döneme göre iktidarın politik aklı daha fazla sorun yaratmaya başladı çünkü bu, seçim odaklı, hızlı büyümeyi önemseyen, sabırsız ve politik olarak da dışlayıcı bir akla dönüştü. Bu dönemde, bu şekilde parti yönetiminin zaman ufkunun dar olması ve yerleşik kurumların baskılanması eşitlikçi, sürdürebilir ve akıllı bir refah artışının ortaya çıkmasını daha da engelledi. Faiz politikalarında ısrarcı politik tercihler ilk dönemden gelen daralmış üretim potansiyeli üzerine inşa edilmeye başlandığından, iktisat politikalarının sonuçları amaçlananla örtüşmemeye başladı. Bu, özünde ciddi bir iktisadi rasyonalite kaybına neden oldu çünkü en basitinden araç-amaç ilişkisinin belli bir iktisadi ve sosyal bağlamda gerçekleştiği sürekli göz ardı edildi. Sürekli yeniden paketler açılmasının özünde hep bu sabırsızlık hali var oldu ve bu da doğal olarak piyasa aktörlerinin riskten kaçınma eğilimlerini artırdı. İnşaat sektörünün ikinci dönemde bu kadar öne çıkmasının arka planında iktidarın bu “zaman tercihi” olduğu açık. Gerçi iktidar zamanla oluşan sorunlu reel iktisadi zemine rağmen, bunları daha sürdürebilir halde tutacak daha rasyonel politikalar izleyebilirdi. Bu da kendisini en azından bir sonraki seçime atabilirdi, fakat bunu da yapamadı.
Son olarak, nasıl her kriz yeni ve cesur şeyler yapmak için vesile oluyorsa, bu yönetimin ardından gelenler de daha sistemik ve yapısal adımlar atmalıdır. Bu yüzden, ne sadece kısa döneme odaklanan istikrar kaygısı, ne sadece kolaycı bir rekabetçi kur perspektifi ne de dar bir grubun refahı, bize adil ve etkin bir sistemin kurulması için yol gösterici olamaz. Kapsayıcı, adil ve etkin bir iktisadi ve politik yapı için daha net ve cesur olmalıyız. Devam Edecek; Piyasalara yansıması