Öylesine bir tarih olayı olarak okuduğunuz bu yaşanmışlıktan bize düşen pay ne sizce?
Kanımca hak ve hakikat kaleleri yıkılmadan evvel oraları mesken eyleyen kötülere kötü, yaptıkları yanlışlara yanlış, çirkinliklerine çirkinlik diyebilmek. Bunu yaparken de tamahkâr bir tüccar gibi; fayda zarar hesabı ile değil; hakiki bir Müslüman hasbîliği içinde faydadan feragat ederek zararı göze alarak kötünün kötülüğünü, çirkinin çirkinliğini, yanlışın yanlışlığını ifade edebilmek.
Çünkü kişinin yahut eylemin iyi-kötü, doğru-yanlış olmasında tek mihenk hak ve hakikattir. Kişiler ve eylemler bize yahut sevdiklerimize sağladıkları fayda sebebiyle değil, hakikate nispetlerine göre iyi-kötü, doğru-yanlış diye tarif edilir. Aksi halde bize faydası olduğu düşüncesiyle kötüyü ve yanlışı sahiplenip, bize zararı olduğu vehmiyle iyiyi ve doğruyu ortadan kaldırmak durumunda kalırız.
Öyleyse ne yapacağız?
Nemrut’un ateşine su taşıyan karınca misali gücümüz neye yetiyorsa onu.
Yıllarca yan yana evlerde oturduğu gayrimüslim komşusuyla bir gaza meydanında karşı karşıya gelince; “ola ki üstümde hakkın vardır, çekil önümden ki seni bir başkası tepelesin” dedirtecek asalet ve dava şuuru, dürüstlüğün göze sokulurcasına değil, başka türlüsünü bilemediğimizi haykırırcasına; azına çoğuna bakmadan, ileri geri konuşana aldırmadan, iltifat edenin övgüsü ile kınayanın kınaması arasında nefsimizi tahrike yahut kalbimizi tahribe yol açacak bir fark görmeden, hesabî değil hasbî bir gönülle ama.
Her konuştuğu kelimeyle, ortaya koyduğu her davranışıyla dışarıdan bakıldığında dünya için yapıldığı hissi veren en alelade işlerini dahi, yaptığı sağlam ve halis niyetle ahiret akçesi eyleyebilen bir gönülle.
Bu dünyada yaratılmışlara nasıl muamele ediyorsa yarın Hakk'ın divanında kendisine öyle muamele edileceğinin farkında; fakat yarın bana iyi muamele etsinler tüccarlığı ile değil; “güzelin yarattığına çirkin muamele edilmez” safiyeti ile güzel ahlakı kendisine mülk eyleyen bir gönülle.
Bir günahkar gördüğü vakit, ‘bana verilen nimetler ona lütfedilseydi o benden çok daha iyi bir insan olurdu, onun imtihanı bana verilseydi ben ondan daha beter bir hale düşerdim’ diye düşünerek, karşılaştığı herkesi kendisinden daha iyi ve faziletli bilecek bir gönülle.
Bir başkasında hata ve noksan gördüğü vakit, ‘şayet bu hata ve kusur bende olmasaydı bir başkasında da görebilmem mümkün olmazdı’ şuuruyla, elde gördüğü her yanlışta kendisinde düzeltilmeye muhtaç bir hal olduğunu fark edecek, ‘hata yapanın değil görenindir’ bilinci içinde, kainatta en ufak bir noksan göremeyesiye tam ve kâmil olma derdine düşecek bir gönülle.
Oturuşuyla, kalkışıyla, konuşmasıyla, davranışlarıyla, kısacası her anıyla bunu alenen vazeden bir gönülle.
Herhangi bir musibet, hastalık yahut dertle sınanmadığı vakitler ‘acaba ne hata ettim ki Rabbim beni unuttu’ endişesiyle boyun büküp hamd içre yakaran; kendisine bir nimet ihsan edildiği vakit ‘yoksa iyiliklerimin karşılığı bu dünyada mı veriliyor’ tedirginliği ile istiğfar içre hamd eden bir gönülle.
Yaptığı her ibadetin öncesinde; layık olamayışının hüznüyle, sonrasında ise hakkını veremeyişin ezikliğiyle istiğfar eden; ibadetine karşılık bir mükafat beklemek edepsizliğine düşmek bir yana, ibadet edebilenlerden olmanın mükafatların en büyüğü olduğunu bilerek istiğfarına şükrünü katık eyleyen bir gönülle.
Yani cennet olmasa dahi, elinden iyilerden olmaktan ve iyilik yapmaktan başka bir şey gelmeyecek; cehennem olmasa dahi kötülük etmeye ve kötülerden olmaya kabiliyeti olmayacak bir gönlü inşa etmeli insan. Ne sevabı cennet arzusuyla işleyecek, ne günahtan cehennem korkusuyla kaçacak; cennet ve cehennemin Rabbine duyduğu sevgi ve o sevgiyi kaybetme korkusu ile istese de günah işleyemeyecek, istemese de her halini ibadet zevkine bürüyecek bir gönül cennete çevirebilir bu dünyayı.
Diliyle değil haliyle sabrı ve hakkı tavsiye eden insan, asra yemin edenin hatırına işlediği salih amellerle insanların da hüsranına perde olarak, salt kendisi için yaşamanın ölmekten beter olduğunu anlatarak, “bir başkası yaşasın diye ölebilmenin” yaşamaktan güzel olduğunu fark edebilmelerini sağlayacaktır.
Ve biz imkân için adam gibi çalışıp, imanın hakkını vermek için hakikaten gayret edersek, Ebabillerin Rabbi bize kim olduğumuzu elbet hatırlatacaktır!
Kimsesizlerin bayramı, mahzunların mutluluğu, dertlilerin dermanı, kalbi kırıkların dostu, dizlerinde takat kalmayanların çalacak kapısı olmak adına; yeryüzünün yalnızca mazlumlarının yüzünü güldürmekle yetinmeyerek zulümlerine engel olup zalimlerin dahi kendisine muhtaç olduğu o muhteşem adaleti inşa etmek için geldik bu dünyaya.
Hiç olmazsa hiç kimsenin acısı, hüznü, derdi, düşmanı, umutsuzluğu, hüsranı olmayalım ki çirkinleşmesin güzel yanlarımız.
Yarın merhametin Rabbine boyun bükecek halimizin olmasını istiyorsak, bugün bizim yüzümüzden boynu bükülmesin çiçeklerin bile. Tevekkeli değildir kulluğun şefkat ile yan yana yazılışı, kişinin kul oluşu kendine şefkatidir, başkasına şefkati Rabbine kul oluşu.
Ey nefsim…
Hal böyle ise kimseyi incitme, kalbin yeterse seni incitenlere dua et, hatta sen kalbine yet kimselerden incinme. (SON)