Surların en sağlam taşlarına tünemiş, bir ayağı Evlibeden Burcu’nun ıslak siyah taşlarına dayalı, diğer ayağı boşlukta, hüzün iklimin de, kendi aşk âleminden bulutlu kenti hissediyor. Ani bastıran yağmur yine birden dinince, ıslaklığa aldırmadan kentin kayıp hayalini seyre koyuluyor.
Sağda, sur içinde kepenklerin hala kapalı, kuçelerin sisli, camların yaşamsız, bacaların dumansız olduğu bir gün de, solda, sur dışında gecekondulardan yükselen kömür dumanını çekiyor.
Herkesin kendi duygularını protesto ettiği bu günde bütün cesaretini toplayarak içindeki duygulara özgürlük planları yapıyor.
Evet, bulutlar bu kentten ayrılır ayrılmaz sevdiğine ilan- ı aşk yapacak.
Bir yandan da ilan-ı aşk sonrası vaziyet içini kemiriyor. O eskiden beri imza törenlerinden hiçbir zaman haz etmeyen birisi olarak salon da kravatlı nasıl duracaktır? Zaten üç gün, üç geceli, sağdıçlı düğünler ve gerdek geceleri hikâyeleri ile birlikte kendisi için artık tarih olmuştur.
Bu durumda yanık sevdalısına ilan - ı aşk etse ne olacak? Dörtyol da Şeyhmuz pastanesi yok. Surdibi çay bahçeleri yok. Emek sineması da Dilan gibi tarih olmuş. Keçi burcun da yalnızlığı Hevsel’in sislerine karışmış.
Şimdi, onunla, yeni kentin ışıklı, bol faturalı, modern kafelerinin birinde, masalarda karşı karşıya mı oturacak!. Belki beraber sosyalleşirler, AVM ler de cep sinemasına giderler, sonra kenar mahallelere giderler el ele, hatta siyasileşirler, belki. Kentin kuçelerin de küçük bir protestoya katılırlar, yoğunca biber ve su maruziyetine katlanırlar. Bir hapishaneden diğerine mektuplaşıp dururlar, belki.
Ya da sadece aşk derler, mekânlarda kumrular gibi karşılaşır ve bu iş olacak diyen gözlerle birbirlerine umut dolu yalan sözler sarf edep, birbirlerini tüketme seanslarına dalarlar, belki.
Ve belki de bunların hiçbirisi olmaz, bir süre zorunlu ayrılık başlar ve sonra başka bir mekânda mahcup yüzlerle bir başka buluşmaya hazırlanırlar.
Neyse ki bu ihtimal uzak görünüyor. Kız herhalde beni, ret edecek değil. Tövbe estağfurullah böyle bir şey niye olsun!
Ama en can sıkan şeyler, şu ailevi meseleler. Ki ailelerin başlatacağı, kilo altın, düğün salonu meselesi, senin saçın, benim kilom, akraba tripleri, bilcümle mırın kırın kavgası, sürüp gider. Çocuklar, soyun devamı için onlar herkese lazım ve evlilik anlaşmasının birinci önemli nedeni. Diğer bir nedeni de soy, sop ve miras olmak üzere.
Bulutlar yavaş yavaş dağılıyor. İşte kalbi yeniden göğsünü vurmaya başlıyor. Rüzgâr hafiften saçlarını yoklamaya başlıyor ki birden önünde gri uzun pardösülü, omuzları çökük, siyah bereli bir adamı fark ediyor. Soluklarını sayabilecek kadar yakınında. Pos ıslak bıyığı, kirli sakalı, çökük avurtlu, iri canlı gözleri ile kırk yıllık dost gibi bakıyor.
“Ateşin var mı?”diyor adam boğuk sesle. Cebindeki çakmağını çıkarıyor. Birkaç denemeden sonra tütün tabakasından çıkardığı sigarayı yakabiliyor.
“Düşeceksin kekê!” Gerçektende durduğu yer surların en yüksek yerine bakıyor. Sonra “bir derdin mi var!”diyor adam öksürerek. Aşağıya bakınca başı dönüyor. Öne adım atmaya çalışıyor, adam onu kolundan kavrıyor. Kalbi göğsünü parçalayacak gibi. Derin derin nefes almaya çalışıyor. Bulutların arasından çıkan güneş sayesinde ıslak siyah taşlar gözleri kamaştırıyor. Kalp atışları normale gelmiş, kendini daha iyi hissediyor.
“Bir zamanlar ben de bu taşların üzerinde az kahır çekmedim, az türkü söylemedim. Şarap içip, yanık taşlara az dert yanmadım. Hatta bazen bu surlardan atlayıp ölmek bile istedim.”
“Neden?” .
“Aşk meşk falan filan kekê.”
Sanki kent ona acımış bu adamı göndermişti “Anlat anlat abi!”
vurdum. Hapse girdim. Ama qehpe gitti, başkasıyla evlendi. Velhasıl kısacası ömrümü yedi…”
Bulutlar yavaş yavaş çekiliyor. Adam artık küfür faslına geçmiş söylene söylene gidiyor.
“Abi dursana!”diye bağırıyor arkasından.
“O senin ona olan aşkını biliyor muydu? Ona ilan-ı aşk yaptın mı? ”
“Ma ben kerizmiyem!”
Toplumsal sorumluluklardan kaçanların sıkça söylediği bu cümlenin ilan - ı aşkla ne ilgisi vardır. Adam devam ediyor: “Biz severiz, ama çaktırmayız kekê.”
Rüzgar hafifçe yüzlerine vuruyor.
“İlan- aşk edenler keriz midir?”
“Eskiden öyle derlerdi. Çünkü sevdiğini söylersen aşkın hiçbir kıymeti kalmaz derlerdi.”
“Söylemesen de kıymet için bir neden olmaz.”
Suriçi’ne bakıp derince bir nefes alan adam “O vakitler biz sevgimizi yüreğimizde saklardık. Çaktırmadan severdik yani. Aksi halde keriz damgası yerdik… Aşkımızı bu ağzı var dili yok surların siyah taşlarına anlatırdık…
“Belki de işin aslı hiç biriniz ilan-ı aşkın sonunda ret edilmeyi göze alamazdınız… ”
Adam onaylar gibi susuyor, kentin harap sokaklarına bakarak. Sonra” Sen ne yapacaksın kekê ? Aşkını ona ilan edecek misin?” Adam anlamıştır günlerdir buralar da neden gezdiğini.
Evet kendisi ne yapacak bu kente ve o kentin kuçelerinin dilberine aşkını ilan edecek mi? Edecekse ne olacak? Günlerdir sur üzerin de düşündüğü, cevabı aslın da yanda ki kader arkadaşı vermiştir.
“Ma ben keriz miyem!”
Bulutlar tamamen dağılıyor. Gecekondulardan kömür dumanı kesik, insanlar kaçak. Ve rüzgar faqir damları süpürüyor.
İki kent sakini peşi sıra merdivenlerden inip, ışıltılı kentin girdabına doğru dalarken, yanık sur taşları bir karşılığı meçhul aşkın daha sona erişine daha tanık oluyor. Belki daha fazlası kente, zamana ve topluma karşı hassasiyetin eriyişine, tanık oluyor.