Ve Eylül de ötekiler gibi beni şaşırtmadı. Ve de öteki kentin hüznünü, harabe kentin karaya çalan taşlarına bırakarak gitti.
Oysa yeni bir mevsime, şaşırmak, umutla aldatılmak, hüznüme isyan ederek başlamak isterdim.
Şimdi düşlerimin ötesinde yeniye heveslenmişken, ağır ağır surlara sinen, giden zamanın dayanılmaz hüznünü izliyorum.
Ve anlıyorum, bin yılların yükünü taşıyan bu harabe kent, öteki kentin hüznünü taşımak istemiyor.
Çünkü, hala bu kent için, kendi hüznünün sızısı utangaçtır, hala taşlara yazılamamış, kuçeler de saklanan gizemin sessiz ağıdıdır.
O halde ne duruyorum, hayalden düş’erek, alelacele o harap kente, asırların hüznünü taşıyan surlara, aşk şiirlerini okuduğum yanık taşlara, sırdaşıma koşmalıyım. Ve başlarken bir öteki sesle irkiliyorum. Çünkü makinaları, çimentoyu, inşaat iskelesini, işçileri, müteahhidi, bilcümle elin adamlarını aşamamanın yanında, sorgu sual meselesi beni ürkütüyor hala . Belki de sitemkar yaralı hatıralarım, en zor olanı da kent düş’erken ki ayrılığının hüznünü taşıyamamandır, diye dürtüklüyor, Eylül’e veda ederken.
O zaman öteki kentin ışıklı caddelerine , hüzünsüz ayrılık olmamıştır diye yazan, taşlara kazılı şiirlerden birini okuyorum seslice ve gizlice.
Ve kadim surlara karşı ellerimle, benden bu hüznü çal, kuzeye savur, diye sesleniyorum usulca. İhtiyacın olan ve şimdi Eylül’ün hüznünü bırakacak olan rüzgar’dır , diyor bana surlar kabaca.
Ama kuzeyden yola çıkan rüzgar, takılıyor kuçelerin kederine. O zaman yüzümü güneyden yola çıkacak rüzgara dönüyorum. Birden dört yön rüzgar kenti kucaklıyor.
Biliyorum ki, bir kez daha anlıyorum ki, kentin her yerinde, eskimeyen bir Karacadağ yanığı gibi dört yön rüzgara karşı duran o şey, hüzün diye teselli olduğum, kuçelere sinen acı hatıralardır.
Ve pencerelerden çıkamayan aşklardır.
Ve halaysız düğünlerdir.
Ve oyuncaksız inci dişli esmer çocukların hayalidir.
Ve sevdaya, kavgaya dair binyılların hasretidir.
Ve de kara yanık taşlara saklı bir zamane düğümüdür beni böyle Eylül sonrası sarsan şey.
Şimdi duygu yordamıyla acı hatıralarla yüzleşirken, ellerim düğümün ucunda sarsılmaktayım hala, güvercinler bile beni yalnız bırakmışken.
Ve taşlar ve yazılar ve meçhuller içimde karmakarışık çarpışıyor.
Taşlarda yazılar kaderle mi siliniyor, yoksa taşlara kazılı aşkların hükmü mü kalmıyor? Her neyse düğüm sıklaşıyor, adımlarımı sarıyor, düş’ürüyor, Eylül giderken.
Ve düş’erken bu düğümü çözmekten vaz mı geçmeli, kenarından dolanıp gözü kapalı kuçeleri mi dolaşmalı, hiçbir şey bilmem diyerekten, geleceği mi yaşamalı, yeni hapis mezar evlerde mi rahat etmeli, diyor bana öteki kentin ışıklı pırıl pırıl caddeleri.
Ama kuçelerde tutuklu kara taşlar dilleniyor lalca.
Ve ben ben duyuyorum sağırca.
Bir de bu kentin yabancısı, ama o kentin sakini, esmer gülüşlü kızı düşünüyorum. Belki adı Eylül’dür.
Orada bir asi güvercinken, burada bir kanadı kırık serçe gibi dolanıyor ışıklı caddeler de.
Ve hala o kentin çekingen bir sokak kedisi gibi sevilmek istiyor. Ama biliyorum harcayacaklar onu sevildiğini sanıyorken.
Oysa Kırklar dağının gece kedilerinden biri olsaydı, dinleseydi yaşlıların çocuksu masallarını, görseydi pencere aşklarının tebessümünü, dinleseydi kuzeyli ozanların ezgilerini, kentin umuduyla bekleseydi Dicle’den yükselecek şafağı ve okusaydı taşlara kazılı aşkları, şimdi bu ışıklı asfalt caddelerde yönünü karıştırmazdı, biliyorum.
Ve ben hüzünlenmezdim, çekerdim onunla bir kuçe halayı, ellerim belimde dolanırdım kuçeleri, gülerdim başımıza gelenleri ve kara dut yemek için tereddütsüz çalardım komşularımın avlulu evin demir kapısını.
Eylül doğduğum ayın adı mıydı.
Bir hazan mevsimin şifresi miydi
Surlar da asi gülüşlü, ceylan gözlü , selvi boylu , mavi yazmalı, kara gömlekli, kırmızı pabuçlu, kavgaya bilenen bedeniyle , o esmer kız mıydı.
Yoksa düş’erken meçhul bir zamanın adı mıydı.
Her neyse ve her kimse Eylül gitti.
Kentin kara yanık taşları bana şimdilik yaz diyor, hüzün düş’erken.