Şubat ani kar yağışıyla bir umut yaratmışsa da kış kuraklığı hala ‘bana mısın demiyor’. Toprak kış karası, geçkin otlar, tozlu sema, taş kesili dallar, tedirgin nefeslerle baharı karşılıyor. Gece soğuyan ve gündüz kavrulan araziden canlıların kaçası geliyor.
Ve o da harabe kentten alelacele baharı karşılamaya, dağlara kaçıyor. Ama ilk çıktığı yamaçta hayal kırıklığıyla bir kayada soluğu alıveriyor.
Belki mevsimi karıştırıyordur. Ya da mevsim hayalleri gibi gecikiyordur. Belki de ilkbahar sonbahara çalıyordur. Mesela bazı Eylüller de sadece doğaya hüzün yağmaz. Bol yağış ile Kasım ayını baharın Mart’ına çeviriverir. Acaba bu senenin Mart’ı da Eylül’e mi özenmektedir.
Belki doğa her gün derinleşen toplumsal değişimlere uyum sağlamaya çalışıyor. Bu devirde baş döndüren insan kaynaklı hep geriye tepen devinimleri artık mevsimleri de geriye sürüklüyor. Belki önümüzde ki Eylül başka bir Eylül’e ricat edecektir.
Kentten uzak bu kurak Mart gününde başka bir kıtada geçen diyaloğu hatırlıyor. Beyaz adamlarca yeni keşfedilen kıta da bir beyaz adam kış sert geçecek diye sürekli ağaç kesmekte ve odun biriktirmektedir. Yine de içi rahat değildir. Ve oradan geçen yerli adama sorar.
“Söyle bakalım koca şef, sen doğanın dilinden anlarsın. Bu kış nasıl geçecek?”
“Bu kış çok soğuk geçecek” der ve kestiği odunları işaret eder. Beyaz adam ihtiyacından fazla odun için çokça ağaç kesmiştir. Doğa elbette buna bir yanıt verecektir.
Ve bugün kendi kıtasının kurak coğrafyasının insanı ağaçların kökünü de çıkararak gövdesini odun yapan beyaz adamı da sollamıştır. Yerli adama sormasına gerek yoktur. Bu yıl kuraklık devam edecektir. Doğa kendisine nasıl davranılıyorsa öyle karşılık vermektedir.
Toprak artık üzerinde yaşayanlar gibi ‘tek toprak’ olma yolundadır. Ve toprak tohumsuz, solucanız, köstebeksiz, yılansız, bakterisiz, molekülsüz, kokusuz ve ruhsuzdur.
Güneşin ısıttığı kaya üzerinde tek renk toprağa bakarken felaketler zamanının onu epeyce yorduğunu hissetmektedir.
Elbette felaketler karşısın da boş durmamıştır. Ayakta kaldığı için şükür etmiştir.
Yaşadıklarını her zaman ki gibi içine atmıştır. Gördüklerini unutmaya çalışmıştır. Bildiklerini inkâr etmiştir. Bir tiyatrocu gibi üç maymunu oynamıştır. ‘Bana ne ben her şekilde yaşarım’ diye düşünmüştür.
Ve duygu durumunu kurtarmaya çalışırken bedenini kurtaramamış, kentin hastanelerine yakalanıvermiş ve oradan kaçıvermiştir.
Şimdi, dağın yamacın da bir kaya parçası üzerin de kurak Mart ile dertleşmeye çalışıyor. Ama dertleşeceği Mart’a ait bir şey henüz yok. Ama bekleyecektir, çünkü Newroz yaklaşmaktadır.
Çıktığı kayanın üzeri, artık gidemediği ve çok sevdiği eyvanı kadar geniş ve üzerinde rahatça yatabilir. Ve güneşle konuşabilir.
“Ey güneş senin bu kuraklıkta sorumluluğun var mı ?”
Güneş onu dinlememekte kurak kayayı ısıtmaya devam etmektedir. Çünkü onu diğer insanların yaptığı gibi sorguya çekmeye kalkışmıştır. Belki güneşin de iç gerilimleri kendisi kadar derindir. Ama güneşe de kızgın çünkü tüm konuşabileceği tüm yıldızları ışığıyla kapatmıştır.
Otlar yeşermemiş, dallar tomurcuklanmamış kuşlar firar da, karıncalar kayıp, güneş kendi derdinde, yıldızlar saklanmıştır.
Bu durum da bu kaya parçası üzerin de kiminle konuşacak?
Tabii ki her fani kentli gibi cep telefonuna sarılacak!
Oysa cep telefonundan kurtulmak için buraya gelmişti. Şimdi ise ona muhtaç oluverdi.
Elbette toplumsal gerçeğinden kaçamadı. Oysa hem herkesin o olağan halini görmek istememiştir. Belki bir süre daha insanlarla bu felaket ortamında yaşasa daha iyi olacak. Ve belki herkesle barışma ihtimali olacak. Ve de buraya geldiğin de doğayı Mart ayına daha hazır görecek!
Ama olmadı. Ve herkese kızarak doğal olmayan zamanla ilişkisini kesmeye çabaladı. Bu yüzden cep telefonunu, bilgisayarını hatta saatini bile anneannesinden kalma ceviz sandığa kilitledi.
Bir anda hafifi bir rüzgar sol tarafını okşuyor. Rüzgar gittikçe şiddetleniyor. İşte tam o anda kayanın solunda mavimsi bir dalgalanma fark ediyor. O tarafa doğru sürünüyor. Kayanın güneş görmeyen tarafın da erimeyen ince kar örtüsü ortasın da mavi kardelenle karşılaşıyor.
İçinde müthiş bir sıcaklık duyuyor. Kalbi atıyor, nabzını hissediyor, alnından akan ter kayayı ıslatıyor. Kaya da kardelen gibi mavileşiyor.
Ve bir anda yağmur çiseliyor. Kayadan aşağılara bakıyor. Toprak tohumlarıyla kımıldıyor. Güneyde gökkuşağı belirliyor.
İşte gerçek yol göstericimi buldum diyerek kardelene en hafifinden dokunuyor.
“Sen, en olmayacak yerde yeşermeyi başardın. En olmayacak zaman da güneşe açıldın. Toprak senden kaçmıştı. Ama sen en sert kayayı toprağa dönüştürdün. Senin bu yaşama inadın beni de kışkırtıyor. Senden aldığım enerji inancımı pekiştiriyor. Sen baharı müjdelerken, ben de en olmayacak zaman da, geleceğin çocuklarına onurlu bir gelecek bırakmak için koşacam, sevgili kardelen! ”