Kentin bu yakası yalnızlığa ve karanlığa gömülürken kuçelere vuran rüzgarın uğultusuna sığınıyordu. Çünkü karanlık ve yalnızlık sessizlikle birlikte kenti belki de delirtecekti. Ve biliyordu kentin kusursuz delireceklerinden biriydi.
Ve de karanlıkta uykusuz ve gerilim zamanlardan biri başlıyordu. Tedirgindi, çünkü rüzgar hızını kaybediyordu. Ve sessizliğe mahkum olmamak adına, belki de, modern kentin uykusuzluğunu oyalamak için armağan ettiği telefona sarılıverdi.
Ondan gelen sekiz adet çağrı ile kuçelerdeki sessizlik yerini koca bir içsel gürültüye bırakıyordu. Çağrıların yanında mesaj sırası da dikkatini çekiyordu. Evet, ortada bir sıkıntı vardı. Ve cevap vermesi gerekiyordu.
Ve lakin biliyordu ki telefona cevap verse yine incineceği bir sürece girecekti. Kentin bu yakasın da delirme hassasiyetindeyken, yeni bir ruhsal incinme ona ağır gelecekti.
İşte bu yüzden cevapsız aramaları kendi haline bıraktı. Ama nedense yüreğinin merhamet tarafı sızıyordu. O gecenin bu vaktinde neden ısrarla arıyordu? Merakını derinleştirse de geri aramamalıydı. Aramaya direnirken mesajı okumak gibi bir gaflette bulundu.
“Karakoldayım Ahmet. Yardımına ihtiyacım var.”
“Çok üzüldüm! Avukatlara, arkadaşlara söyledin mi?”
Evet, avukatları ve arkadaşları ona daha fazla yardımcı olabilirdi.
“Kimsenin duymasını istemiyorum. Sadece sen gel. Sakın kimseyi de arama!”
Sadece kendisine güvenme duygusu birden içini ısıtıverdi. Onu aramadığına pişman oldu. Tam arayacakken gelen mesaja gözü takıldı.
“Eniştem ablamı dövüyordu. Kapıdan dışarı çıkarken onu merdivenden ittim. Kafası kırıldı. Şikayetçi olmuş. İfade vermeye geldim.”
İçi yeniden soğumaya başladı. Şüphesiz tam da kadın arkadaşlarını arayacak bir durumdu. Kadına şiddet bu kadar güncelken neden kendisini arıyor ve kimseye söyleme diyordu?
Tüm şüpheciliğine rağmen zor durumda olduğu bir gerçekti. İşte zor zamanlarda güvenme ve güvenmeme ikilemi, duygusal çatışmaları, örgütsel sürtüşmeleri öteleme, hatta askıya alma öğretisi bir kez daha devreye girdi. Elbette ona bir kez daha yardım edecekti.
Ama biliyordu ki, zor döneminde ona destek olacak ama o bu dönemi atlattığın da yine her zamanki gibi saldırıya maruz kalacaktı. Ama kentin bu yakasın da bu döngüden kurtulamazdı. Hem yardım edecek hem de incinecekti.
Ve kentin bu yakasın da vefasızlık ve nankörlük, sanki insanın içine giren onunla yaşayan bir kurttu. Kolay kolay terkedilemiyordu. Ve o bu kentte nankörlük kurduna maruz kalanlardan biriydi.
Ve gece karanlığın da ona haber vermeden karakola doğru yol aldı. Yine ona görünmeden nöbetçi polise kafasında uydurduğu bir senaryo gereği usulüne uygun bir şeyler sordu. Polis çok sertti ama istediği cevabı da vermişti.
“Beyefendi içeride bir hırsızlık vakası nedeniyle ifadeleri alınan üç kadın var. Başka bir vukuat yok. Çok şükür bu akşam çok rahatız!”
Sonra dışarı çıktı. Karakolun ötesinde çıkmasını bekledi. Gece karanlığında ilk ve son hırsızlığını hatırladı. Evet, haklarını almak için çalmaya gitmişlerdi. Ama hırsızlığın haklı nedeni var mı diye yıllarca süregiden bir iç sorgulamaya sürüklenmişti.
Şimdi hırsızlığa yalan söyleme durumu eklenmişti. Aslında küçük yalanlarına alışkındı. Ama hırsızlığına hem inanmıyordu hem de anlam veremiyordu.
Acaba o gerçekten bir hırsız mıydı ve de gerçekten gönlünü mü çalmıştı?
Yoksa gecenin bu saatin de hala neden onunla ilgileniyordu. Onunla emeğin korunması mücadelesinde karşılaşmıştı. Ona bir emekçi olduğu için değer vermişti. Verdiği tüm destekler emeğe verilen değer içindi ve şahsi değildi. Şimdi aldatılmanın dayanılmaz ağırlığını yaşıyordu.
Ne kadar aman geçti bir anda onunla göz göze geldi. İyice gerilmiş ve asılmış yüzü oldukça soğuktu.
“Çok üzgünüm…”
“Duygu sömürüsü yapma!”
“Açsın. Bir çorba içelim.”
İtiraz etmedi. Belli ki çok açtı. Gece paçacıya girdikten bir kaç dakika sonra rahatlamıştı. Paçadan iki kaşık içtikten sonra
“Bu çorbayı içmeyecem. Ödeyemem çünkü hiç param yok.”
“Ne fark eder. Ben ödüyorum işte!”
“Sen şimdi yarın ona çorba ısmarladım diye kentte pankart açarsın!”
“Evet bana güvenmiyorsan. O halde bu ısrarla aramaların ve mesajların ne anlama geliyor? Menfaat mi seni güvenmediğin insanlara çekiyor? ”
Cevap vermedi. Caddeye çıktı. Bir taksi çevirdi. Taksici korna çaldı. Anlamıştı, gidip taksiciye para verdi.
Taksi caddede kaybolurken karanlıkta yine yapayalnızdı. Evet, yardım etmeye çalıştığı kişi, bu kentin küçük yalancılarından ve küçük hırsızlarından sadece biriydi.
“Seni suçlamıyorum. Yalanın için de hırsızlığın için de mutlak bir açıklaman vardır. Bana ve de duyan herkese mutlaka haklı bahaneler anlatacaksın. Ama ben seni başkaları gibi dinlemeyeceğim. Bu durumda seninle tüm irtibatımı kesmek zorundayım. Aslında benim için ne bir yalancı ve ne de hırsızdın. Ama yalan ve hırsızlığın egemen olduğu kentin bu yakasının bir sakini olmaya çalıştın. Ve kentin bu haline mahkum olduğun sürece belki de hem iyi bir yalancı hem de iyi bir hırsız olacaksın. Ama olmaya da bilirsin? Sana tavsiyem kentin bu haline yüz çevir, yalan söyleme zorunluluğunu kaldıracak işler yap. Ve gönül dahil hiç bir şeyin hırsızı olma. Belki kentin bu yakasın da yalana ve çalmaya direnenlere omuz verebilirsin. Ve belki de bu kenti terk edersin...”
Mesajı yazdıktan sonra telefonu kapattı. Ve uzak bir yere fırlattı.
Ve kentin bu yakasında güneşin okları yükseliyor, karanlık kuçelerden çekiliyor, yalana ve talana direnenlerin yüzüne şavkıyordu.