Sonunda kayıp beni, bin yıllardır zulümlere, isyanlara ve sevdalara tanıklık etmiş, ozanın dizeleriyle ‘ağzı var, dili yok Diyarbekirkalesi’nin dibinde buldular. Beni bulan orta yaşlı, üstübaşı kirli, işçinin önce gözleri kaçtı. Sonra kazmayı atıp kalenin duvarına dayandı. Korkmuştu. Daha sonra nasırlı elleriyle beni kaldırdı, uzun uzun baktı.
Artık onun için ben sadece bir kafatası kemiğiydim. İskeletimin diğer parçaları sur dibine gömülen diğer kaderdaş kemiklere çoktan karışmıştı. Dışarıdakiler etle tırnak meselesi ile çekişirken, biz burada kemik kemiğe çoktan kaynaşmıştık.
Evet, iskeletimden bir tek kafatası olarak kalakaldım. Kazmalı adam, kim olduğumu, neden sur dibinde gömüldüğümü bilmeden bana dokundu. Sonra kendine gelip amirine haber verdiğinde bir kez daha kaybettirilirim diye çok korktum. Amir daha büyük amirlerine danışınca, tahmin ettiğim gibi kazmaya devam eden işçiye imha edilmem ve kimseye bahsedilmemem talimatı verdiğini anlamam uzun sürmedi.
Ve bir daha kaybolurum diye evhamlanırken, beni bir torbaya koyan işçi kardeşimle bir yolculuğa çıktık. Önce torba içinde bodruma atıldım. Birkaç gün sonra beni torbadan gözlüklü genç bir kadın çıkardı. Önce kaynatıldım, sonra ilaçlandım. Şaşkındım. Ve sonra bir kefene hasretken temiz bir torbaya konuldum.
Bu yeni yolculukta nereye gidiyordum?
Geçmiş hayatımı soracaklar mıydı?
Adalet benim için neydi?
Hikayem yazılacak mıydı?
Çok ama çok heyecanlıydım.
Ve sonra torbadan çıkarıldım. Beyaz bir odada, başka kemiklerin olduğu büyük beyaz bir masaya konarken önce büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. O genç kadının yanında başka genç kadınlar ve genç erkekler vardı. Ve meseleyi anlamam uzun sürmedi. Buraya genç doktorların eğitimi için getirtilmiştim. Beni yok etmek yerine doktor adayı kuzenine teslim eden işçiye minnettardım.
Demek ki tek kafatası olarakta kalsan insanlığa bir faydam olacaktı. Ve kemikte olsan umut hep var olacaktı.
Sonra yıllarca bir kadavra masasında anatomi derslerinde hekim yetiştirdim. Adalet olmasa da insanlığa olan faydam nedeniyle teselli oluyordum. Hala kentin altında gömülü diğer kemikdaşlarım gibi sızlanmayı bırakmıştım. Masadaki diğer kemik arkadaşlarım dilsizdi. Belki dillerimiz farklıydı. Belki duymuyorlardı. Belki de dinlemek istemiyorlardı.
Ve son yıllarda genç hekim adaylarını daha mutsuz ve yorgun görmek bana ağır gelmeye başladı. Demek ki dışarıda bir şeyler yine ters gidiyordu.
Ve ay ışığı pencereden kadavra masasına vururken kendimi sorguladım. Bir kafatası kemiği olsam da bir zamanlar bu bedenlerin gölgesinde serinlemeye çalışan güneşin kavurduğu, esmer adamlardan biriydim. Onlar gibi sabah erkenden uyanıyor, alın terimle ekmeğimi kazanıyor, sevdiklerimle akşam buluşuyor ve geceleri yıldızlarla dertleşiyordum. Hikâyemin henüz yarısına bile varamamıştım. Zamanın birinde, gün henüz kararmadan, insanlar sokakta ölümle sıkı fıkıyken, beni sokak ortasında kıskıvrak yakaladılar. İnsanlar, sokaklar, dükkanlar, köpekler, kediler bana kör ve sağırdı. Neden beni seçmişlerdi, bilmiyordum. Keskin güneş ışıkları gözlerimi kamaştırıyordu. Kaç kişiydiler, hatırlamıyorum. Kafama torba geçirirlerken enseme bir kurşun sıkılmadığı için seviniyordum. Beni kör seyredenlerin sessizliği belki de sıcağı sıcağına bir cinayeti seyretme korkusuydu.
Ölümü beklerken tutsaklığa razı olmuştum.Cebren çok tanıdık beyaz bir otomobile bindirildim.Ama kollarım ve ayaklarımın bağlanması cinayetin sadece mekânının ve zamanın değiştiğinin habercisiydi. Artık ne benim ne de sokaktaki kör tanıkların yapacağı hiçbir şey yoktu. Karanlık çökende gece kâh kahkahalarla kâh küfürlerle bedenime vahşice üşüştüler. Ölmemek adına buna da razıydım. Bedenime acılar verdiklerinde kadim Amed surları hep uyanıktı. Gün ağarırken hala soluk soluğaydım. Umut doluydum. Bu yüzden hala korkuyorlardı. Bedenime verilen acılar yetmemişti. Buyruk kesindi. İnfaz edilecektim. Öteki kimliğimle sokakta almışlardı. Şimdide faili meçhul kimliğim hazırlanıyordu. Zamanın sonuna varmıştım. Önce nişan aldılar. Sonra tetiğe bastılar. Ve sonunda sevdadan yanık kalbimden büyük bir acı duydum. Kafama değil sevdalı yüreğime nişan almışlardı. Artık sorgusuz ve sualsiz bir ‘faili meçhul cinayet’in ta kendisiydim.
Canım alınmıştı bir kere. Alelaceleyle getirip bu kentin en büyük tanığı olan Diyarbekir kalesinin dibine duasız ve kefensiz gömdüler. Altımda başka bedenlere ait kemikler de vardı. Kemiklerim yalnızlaşmaya başlarken üstüme büyük bir hınçla yenileri atılıyordu. Kazdıkları çukurda zamane faili meçhullerle buluştum. Kimi yüz yıllık, kimi on yıllık hiç fark etmiyordu. Burası yeni ülkem ‘kemiği meçhulistan’dı. Ben de onlar gibi artık zaman ötesiydim. Burada asilerle savaşan askerlerin kemikleriyle de tanışıp onlarla kardeş olduk.
Doğrusu bir gün dışarı çıkacağımı hiç ummamıştım. Uğruna sorgusuz sualsiz feda edildikten sonra neden beni sur dibinden çıkarıldım, bilmiyorum. Ama zamana meydan okuyan surlar’ın beni çıkardığını biliyorum. Yanıtsız sorular surlara kazılmışken ben binlerce yıl önce isyankar Spartaküs’ün köle yoldaşlarınca yapılan surlara yaslanmıştım. Belki de binlerce alınteri ve adları meçhul kölenin emeğiyle yapılmış surların bana sahip çıkacağını bilemediler. Birden dışarıya çıkmıştım işte.
Kimdim ben?
En fazla kırk yıl önce bu coğrafyada yaşamaşanssızlığına yakalanmış nefes alan bir bedeni taşıyordum. Kimler bizi hatırladıbilmiyorum. Ama unutturulduğumuzu biliyorum. Hiç bir faili meçhul cinayetlerde adım yazılmadı. Sonuçta yüzyıllardır benim gibi kemikten yapılmış insanoğlunun hem zulmüne hem de isyanlarına tanıklık etmiş ‘ağzı var dili yok Diyarbekir kalesi’nin bir köşesinden hesapsızca çıkıvermiştim.
Tıp bilimi olmasaydı bir kez daha ‘meçhule’e yollanacaktım. Çünkü kazmacılar ve kürekçiler yine hazırlıklıydı. Belki de onlar bedenime acı çektirenler ve canımı alanların mirasçılarıydı. Elbette hakkımda türlü türlü rivayetleri bir masal tadında anlatacaklar da çıkacaktı. Belki ara
verilen hikâyemin devamını bile yazmaya başlayacaktı.
Evet ben, sur dibinden kazmacı işçi gibi sıradan biriydim. Şimdi bir kadavrada tıp eğitimi veriyorum. Biliyorum paylaşmak artık bana çok uzak. Elim yok, size ulaşamıyorum. Ayaklarım yok, size koşamıyorum, düşlerden başka yapacak bir şeyim yok, Diyarbekir kalesi gibi tarihe çakılıp kalmışım.
Belki genç hekim adayları gibi, henüz kafatasım yerindeyken biri dilimi anlar, benimle konuşur, hikayemi yazar ve kalan sağlara hatırlatır. Bazen kentte betonların altında kemiklerin sızısını hissettiğim de kadavra masasından kaçasım geliyor. Ama kadavradan çıkarsam cinayetçilerin nefeslerince kirlenmiş bu atmosferde çabucak çürüyeceğimi de çok iyibiliyorum.
Zamana direnen, umudu sıkı sıkıya saklamış, binlerce yıllık Diyarbekir kalesi’nin esmer taşları gibi geleceğe bakmak istiyorum. Ve geleceğe ışık tutacak genç hekim kardeşlerim var benim.