Kölelerin göz nuru, el emeği ile nakşedilmiş, mazlum yaşamlara kol kanat germiş, kara taşlarla örülü surların üzerinde şafağı beklerken, harabe kenti düş’ünüyor.
Ve gözlerinde, taklacı güvercinler göç etmiş, bacalar tütmeyen, sohbetler ve kahkahalar yasta, yıldızlar sönük, ay tutuk ve zifiri karanlık kentin utangaç kederini resmediyor.
Makinaların acımasızca yıktığı kentin bu tarafın da göz kapakları düş’üyor.
Ve bir lokma ekmeğin paylaşıldığı taş avlulu evlerde ki gülüşler, bir çocuğun dünyaya gelirken avluya yayılan ağlama sesine karışıyor.
Sonra kahvede baba olduğunu öğrenen adamın gözyaşılı tebessümüyle içleniyor.
Ve de sonra pencere aşkları, demir kapılar önünde kahkahalı dedikodularıyla gülüyor.
Kimi zaman çocukça oyunlar kimi zaman zaptiyeyle olan koşuşturmacalarla sıra giden kûçe anılarıyla soluklanıyor.
Ve düğünler de, yeryüzü sofralarında, eylemler de başlayan o kavga aşklarla şiirleniyor.
Ama endüstri makinalarının acımasız dişlileri değişim dönüşüm adına yıkmaya devam ediyor.
Bu kentin karanlığını hüzünlü gözlerle izlerken, dillere meze olmamış, dokunulmamış ilk aşklar ve onu saklayan kentin özgün hüznüyle yüzleşiyor.
Evet, bu kentte doğmak, çalışmak ve ölmek gibi aşkta bir gerçekti. Ve bu kent aşkları asla büyük kentin sofralarına meze yapmamıştı. Adı konmamış yıkımlar da, coğrafyanın bu yazgısında aşk uzaktı ama su gibi berrak ve güneş gibi aydınlık, doğmak gibi de gerçekti.
Oysa şimdi sadece kara taşlarla konuşabilir, çünkü kent ona sağırdır hala.
"Adı yasaklanmış bir coğrafya da yeşeren sevdamız, sen, ben ve bu kent bir ağacın dalları gibiydik. Sen, emeğini çalan sisteme direnen kadın ve yok olmaya karşı yaşamak isteyen bu kent, böyle bir yıkık zamanda buluştunuz.
Ben de orada değildim. Ama beraberce sizleri kıskandık, ama çaresizdik, ama öfkeliydik.
Ve ben bir ayağı virane bu kentin sürekli ayağa kalkmaya çalışanı,
Ve yaşamın direnen tarafının da mağduru.
Ve de cesareti çalınmak istenen bir başına buyruk ve kopartmak istediği zincirlere sahip, hep engellenen adam.
Binlerce sessiz ve mahcup kent sakini olarak çığlık atıyorum.”
Dilsiz ama yürekli taşlar biliyor. Bu yorgun düşmüş adamın söyledikleri tanıdıktır. Ve duydukları yılların nazlı sitemidir aslında.
"Binlerce yıllık kalenin burçlarında gizli sevdalarını kara taşlara anlatan aşıkların sevdasını saklayan bu kent.
Ve bu kentin kûçelerin de büyümüş, birbirlerine yakın, ama uzak aşklarını ve kavgalarını içinde saklamışlardan sevdalı bir adam.
Eğer kıvırcık saçlı sıcaktan kavrulmuş esmer yüzlü, gözleri kanlı, Sur külçelerinin delikanlı serserileri gibi eskiye dair kalsaydık, bu aşkı da bu kentin duvarlarına kazıyacaktık.
Toplanır, mahalle arkadaşlarıyla, alırdık mahzen şarabını, sarhoş olurduk, bedenden etrafa nara atardık komşular duysun diye. Sonra uzak ve afat sevdalarımız bir sır gibi bu kentin sokaklarına emanet ederek henüz yıkılmamış evlerimizin yolunu tutardık.
Aşkın raconu sevdiğimiz kıza aşkımızı çaktırmamak üzerine kuruluydu. Bu kent aşkın kurallarını böyle koymuştu. Ve biz bu kentin o kurallarına sadıktık.
Çünkü bizim sevdamızı saklayacağını iyi biliyorduk.
Belki kûçelerin birinde yeryüzü sofrasında bir lokma ekmeği paylaşırken, yine kûçelerin birinde zaptiyelerle kovalamacalar da, belki bir düğünde, bir hasta ziyaretinde, bir taziye de, tesadüfen karşılaşmalarımız da her yerde emekçi kadınlarımızla göz göze gelirdik .
Susardık derinden ve içten.
Çünkü bir meramımız vardı ve aşk hep ondan sonra gelirdi. .
Ben sevdamızı saklayan bizi koruyan sana bu kente güvendim.
Artık harabelerin ardında elleri çıplak, yalınayak ama yürekleriyle dövüşerek ölen o mahalle arkadaşlarım da yok.
Saklı aşklarımızı sakladığımız kent yüreğinden vuruldu.
Ve kentin bir tarafı hala gaflet uykusundan uyanamadı
Ve ben seyrettim içim acıyarak.
Değişti her şey kirlendi bu kentin öteki sessiz büyük yakası.
Şimdi o sessizlerden biri olarak sevdalarımızın meze olmasından korkuyorum.”
Oysa coğrafyanın Dicle’ye emanet ettiği kara taşlı virane kent mavi düşlü kadınları hala bağrında saklıyordu.
Ve binlerce yıllık emeğin abidesi, üstünde kölelerin kurumuş terini saklayan, kendi çocuklarını koruyamasa da, hatıralarını duvarlarında inatla koruyan bu kent adama sesleniyor.
“Sevdalarınız bende hala saklıdır. Çünkü ben sakladığım sevdalar için de dövüştüm.
Hewş kapılarım söküldü. Kilitlerim kırıldı. Duvarlarım avluya döküldü. Kûçelerim günlerce modern makinaların dişlileriyle dövüldü. Karacadağ’ın bana hediye ettiği taşlarım söküldü. Ağaçlarıma saldığım damarlarım kesildi. Asırlık çınarlarımı, dutlarımı devirdiler.
Gece sokağa çıkamayan köpeklerim öldü. Kırklar dağının kırk kedisinin meclisi toplanamadı.
Bir ekmeği günlerce lokma lokma paylaşıp yitenleri sonsuzladım.
Ölülerimi sayamadım. Bir kısmını çaldılar, habersiz, kayıtsız ve sualsiz.
Ve sevdalılar da düğün dernek yapamadan onlarla gittiler.
Binlerce yıldır sadece aşıkların bildiği gönüllere giden gizli yollarımı harap ettiler.
Ve ben hala yaşamaya, sevdaları saklamaya, insanlığın utancını yok etmeye çalışıyorum.
Ve de onların ruhlarını o afat yaşanmamış aşklarınızı sakladığım gibi içimde saklıyorum.
Ama her şeye rağmen yarım kalmış kavgaları ve aşkları direngen kuçelerimde bir yeryüzü sofrasında mutlaka buluşturacağım. “
Şafak yaklaşırken, surlar da hüzünlü bir adam, düş’ler de meçhul bir kadın, kavgası ve sevdası saklı bir kent, inatla yeni bir güne merhaba ediyordu.
Ve o harabe kentin eski sakini, yıllar sonra yine aynı yerde, ama yabani, ama sessiz, ama sevdasız yeni evlere bakarak şafağı karşılıyordu.
Ve de eskilerde saklı o sevdalarla ümitleniyordu.