Kuçelerden geçerken hatıraların soğukluğu yüzüne vuruyor. Oysa bu hazan mevsiminde toprak damlara serinlik düşmüşken hatıraların sıcaklığını arıyor, titrek adımlarla.
Ama şimdilik, bu yanık taşlı kuçelere dair, ne geçen asırdan kalma meselenin yerle bir olması, ne de şimdiki asrın kentsel dönüşüm meselesiyle yerle bir olma halini umursuyor.
Çünkü azade kuçelerin birinde, sağ bacağında ki eski bir yaranın sızısına asılıdır.
Zamana savrulmak an meselesidir. İşte o anlardan biri, çeyrek asır önce Saraykapı yolunda ecnebi filmlerin gösterildiği Emek sinemasında ‘Ateş Altında’ filminde Nikaragua’yı izliyor, sonra Rıza Dayı’nın çay ocağında filmin entelektüel kritiğini yapıyor ardından yarım kalan cunta yasaklı ‘Mem û Zîn‘ romanını, yasaklı diliyle okumak için alelacele evin yolunu tutuyor.
Ve burada, döşemesi karadut ağaçlı kapının önünde kuçe kırıxların satırlı saldırısıyla, şeher çocuğu olmanın sıradanlığını keşfediyor.
Belki de on yıllar sonra kan kaybından ve ihmalden ölen kent sakinlerinden biri olabilme ihtimalidir, onu hala sızlandıran. Sağ bacağı hala kuçeye kanıyor, sol yüreği hala çarpıyor, entellektüel bilinci hala kentin tarihiyle yüzleşiyor.
Onca değişim ve dönüşüme rağmen neden hala aynı hislerle yanmaktadır?
Acaba kentin çeyrek asır yaşanmışlıkların neresindedir?
Ve kentin çeyrek asır yaşayacaklarının neresinde olacaktır?
Ve de şimdi ona ağır gelen okuryazar komşu kızı, mavi perdelerin ardını aşamayan pencere aşkı Aysel’e ait bir sızıyı hissetme ihtimalidir.
Ve yıkılma sırasının buraya gelme zamanında, yüzleşmeden o izlerin tümünün hafızalardan silinme ihtimalidir.
Bu coğrafyada hala yaşıyor olmanın farkındalığıyla derin bir nefes alıyor. Yaşamak, bu yanık taşların sitemiyle daha güzeldir.
Sol adımını modern harflerle kentin antik adını işlemiş avlunun kapısına dayıyor. Ve hızlıca, hışımla avluya dalıyor. Pencereden kaçamak baktığı o eski, bölünmüş avluda tahta masalarda, kahve içen, sohbet edenlerin hiç biri onun bu hışımla girişini fark etmiyor.
Belki de onlar gibi nefes alan, onlar gibi dinleyen, onlar gibi konuşan, onlar gibi inanan, onlar gibi avunan, onlar gibi kandıran ve kandırılan biri değildir.
İnsanların yüzlerinde ne hüzün ve ne de gülümseme var. Masalara dökülen ve duvarlarından dönen tüm sözcükler öteki kentte ait. Çünkü şimdi bezirganlık zamanıdır, hatıraların hiç bir hükmü yoktur.
Tek geçerli olan Aysel’in, ahşap pencerede ona alaycı bakarken ne hissettiğinin hükmüdür.
Ve şimdi o ahşap pencere duvarlaşarak zamana sağırdır. Duvar ona o duvara bakarken kıyametin kopası geliyor. Ve hatıraların gücüyle duvarın sıvası ve kiremitleri tuzla buz oluyor.
Mavi tüllerin ardında kıvırcık, kızıl zülüflerin gölgesiyle sağ bacağı yeniden kanıyor.
Al sana hatıra diyor kızıl zülüflerden avluya inen ince bir ses.
İlk defa Şükrü Dayının bakkaliyesinde karşılaşmış ve ona “Saçların çok etkileyici “demişti
Ama o kestane gözlü narin kız, “Siz erkeklerin saçlarımızla ne derdi var!” diye sitemkar konuşurken anlayamamıştı.
Bilemezdi, gerçek saçları olmadığını,
Bilemezdi, başında bir perukla sokağa çıktığını,
Bilemezdi babasının sıcak su ile onu cezalandırdığını,
Bilemezdi muktedirin kadınların saçlarıyla derdi olduğunu.
Elbette, yalnızca bu değildi sağ bacağını kanatan.
Aysel kaçmıştı bir gece.
Ve ‘fakülteli kaçırmıştır’ diye kuçenin qirix gençleri satıra sarmıştı.
Oysa aslında kaçırmadı diye satırlandığını biliyordu
Gerçek Aysel mahallede kendi gibi yoksul Memo ile kaçmıştı. Ama mahallenin satırı namus diye ona dönüyordu.
Onlar Aysel’in kaderini satırlıyordu, mesele yanlış anlaşılma değil, Aysel’in kaderine isyandı.
“ Evet, Aysel sen beni bekleyemezdin. Benim davam devasaydı, sen sığamazdın. Ve nereye savrulacağımı bilemezdim. Kendim için bir bilinmezdim.
Fakülte kızlarının elini tutmaya can atarken senin elini tutamazdım.
Seninle felsefeyi, şiiri, siyaseti konuşamazdım. Ve seninle tartışamaz, kavga edemezdim. Seninle Dağkapı’da Çerkez Alto‘da kadayıf yemekten kaçınırdım. Ama Ofis’te bir okumuş modern kadınla Kazablanka kafesinde dondurma yemeye can atardım.
Biliyorum sen beni hiç kırmayacaktın, her istediğimi yapacaktın. Ama ben, her daim beni kıranların peşinde gidecektim, hem de tövbe etmeden. Sen Memo’ya ne yaptıysan bana da yapacaktın. Ama Ben Memo gibi seni sevemeyecektim…”
Ve duvarda emekçi bir kadının özenle çizilmiş uzun saçlı portresi dilleniyor
“Susun artık, konuşmayın, taşlara kazılı sitemimizi okuyun ve oraya kaydedilmiş ağıdımızı dinleyin ve de saçlarımızı rahat bırakın!”