Seksenli yıllar yarılanmış ve üniversite tatili başlamışken, öğrenciler için artık yola düşme zamanıdır. Saat başı gelen tek belediye otobüsü sırtlarında çantalı öğrencilerle tıklım tıklım kent merkezine hareket edince, Dağkapı dolmuşu sıra kapıyor. Mavi dolmuş, yan yana yığılı öğrenci yolcularla, kasetten yükselen hüzün ve umut bileşimi yeni bir şiirsel müzikle kente akıyor.
Ahmet, sınıf arkadaşı Adnan’ın katkısı ile bindikleri dolmuşta şoförün yanında kulakları özgün müzikte, gözleri Dicle’ de, bu parasızlıkta memlekete nasıl gidebileceğini, belki de gidemeyeceğini kara kara düşünüyorken, Adnan’ın gözleri yarı kapalı, müziğe dalmış ve rahatlamış hali dikkatini çekiyor.
Saçlarıma yıldız düşmüş koparma anne…
Adnan gibi tüm yolcular da pür dikkat kulakları yeni sese ve söylediklerine takılıdır. Ve mavi dolmuş her zamankinden daha sessiz bir yolculukla seyir halindedir. Ahmet ilk defa dinlediği sanatçıyı merak etmektedir Adnan’ın dalgınlığına kıyamayınca şoföre dönüyor.
“Ne güzel söylüyor abi. Kimdir? Kaseti ne zaman çıkmıştır?” diye şoförün tek bir cevap vereceği tahminiyle peş peşe soruyor.
“Ahmet Kaya” diye kısa cevap vermesi Ahmet’i yine de şaşırtıyor.
“Adaşımmış!” diye şoförün konuşmasına kısaca eşlik ediyor. Sonra Adnan’ı dürtüyor.
“Duyuyor musun müziğin asaletini. Bu ses arabeski bitirir Adnan. Bir daha Ferdi’yi dinlemezsin sen”
Adnan bu konuşmayla geriliyor.
“Ne alakası var. Yenidir diye herkes merakından dinliyor. Kimse Ferdi’yle yarışamaz!” diyerek çantasından alelacele volkman cihazını çıkarıyor, kulaklıklarını takıyor dolmuştan koptuğunu belli ediyor. Ahmet tekrar şoföre dönüyor.
“Çok içten söylüyor. Sözleri çok manalı değil mi.”
“Annem ve ben.”
Dolmuş Dicle köprüsüne yaklaşıyor. Polisler yine orada her zamanki gibi bekliyor. Orta yaşlı, saçları şakaktan kırlaşmış, avurtları çökük pos bıyıklı kalın kazaklı, az konuşan şoför kaseti hemen çıkarıp koltuğun altına atıyor. Ve çevik bir hareketle dolmuş teybine başka bir kaset takıyor.
Bir teselli ver ya rabbim şu mecnuna…
Polislerle rutin selamlaşma sonrası Seyrantepe’nin bozuk yokuşun da koltuk altındaki kaset çıkarılıp tekrar çalıyor.
Geçmiyor günler geçmiyor
“Neden öyle yaptın.”
“Sıkıyönetim.”
Yani sıkıyönetim de ola bir iki cümle ile görüşünü açıklasa bozuk asfaltta yolculukta keyifli geçecek. Şoför Seyrantepe yokuşunda dörtyola varmadan yine kaset değiştiriyor.
Senin hasretin varken bu şehir de yaşanmaz…
Bir Ahmet kaya bir arabesk böyle yolculuk süregidiyor. Seyrantepe Dörtyol’da durunca şoför karşı taraftaki bakkaldan sigara alıp dönüyor. Polislerle selamlaşıp yine direksiyonun başına geçiyor. O arada öğrenciler çantalarıyla şehirlerarası otobüs terminaline doğru kayboluyor. Adnan hala kulaklıklarla Ferdi dinliyor. Dolmuş nerdeyse boşalmış ve sola saparak Ofis kavşağına yol alıyor. İnat etmiş şoförü konuşturacak.
“Kaset yasak değil. Böyle davranmakla onlara cesaret veriyorsun. “
“Hapishaneye bir daha girmeye niyetim yok. Sen çok gençsin, bilemezsin. Annem dışında kimse gelmedi. Bu türküyü de o yüzden çok sevdim.”
Ve kaset yeniden çalıyor.
Beni burada arama anne…
Dolmuş seyreyleyince, arama noktaları geçince şoför bir konuştu pir konuştu diye düşünüyor. Adnan Ofis’te kulağında Ferdi’nin müziğiyle iniyor.
Dağkapı’da iner inmez dolmuş şoförünün polis arama noktaların da değiştirdiği kaset her taraftan çalınıyor. Dilan sinemasının altındaki Bahar ve karşısında Sevenler birahanesinin yanındaki Dosido adlı kasetçilerden karşılıklı Ahmet Kaya çalıyor. Arabesk parçalara aşina pavyonlar sokağı sessiz, birahanelerden çıt çıkmıyor. Gazi caddesine doğru yol alıyor. Her tarafta Ahmet Kaya çalıyor.
Akşam karanlığı çökmek üzere, Diyarbakır’ın kuru ayazı yüzüne vuruyor. Bu akşam nereye gitse, ne yese, nerede kalsa, yarın memlekete nasıl gitse diye kara kara düşünürken kendini yine meydan da buluveriyor. Mutlaka bu kasedi almalıyım diyor. Bir de volkmene pil almalıyım. Nasılsa yurda geri dönecek. Orada ders çalışırken sabaha kadar Ahmet Kaya iyi gidecek, bundan emin.
Dosido plakçıya giriyor. Daha sormadan kasetçi ona ‘Şafak Türküsü’ kasedini uzatıyor.
“Kaset yok satıyor. Ne Müslüm baba, ne Orhan abi, ne İbo ne Ferdi. Herkes bugün Ahmet Kaya alıyor.”
Kasedi aldıktan sonra, onu montunun cebinde muhafaza ediyor. Biliyor ki arkadaşlarına kaptırırsa geri gelmeyecek. Fazla üşümemek için yirmi metre ileride, Balaban Lokantasının altında Kaya Kıraathanesine iniyor. Sigara dumanı yükselmiş. Okey masaları yine gümbür gümbür. Yurt arkadaşı Sami atari oynuyor. Dikkatini çeken tek şey müziğin susmuş olması. Demekki burada bir çekişme var. En arkada ipli küçük kürsülere yöneliyor. Yan tarafta hararetli bir tartışma var. Mevsime aykırı kısa kol gömlekli, kollarında ve göğsün de muhtemel jilet izleriyle pala bıyıklı ve anason kokan adam ayağa kalkıyor ve yüksek perdeden bağırıyor.
“Ulan Ahmet Kaya da kimmiş, Orhan abi de kimmiş, İbo da kimmiş. Ferdi’de kimmiş. Tek baba var Müslüm baba! Ona peygambere bakar gibi bakacaksınız. İtaat edeceksiniz.”
Ve tabiiki işin içine peygambere hakaret girince başına okey ıskartası iniveriyor. Al sana beleşinden bir kavga. Başıboş havada uçuşan ıskartalardan biri kafasına denk gelince kendini dışarıda buluyor. Kıraathane yine karışmış. Buradan uzaklaşmak en iyisi diye tabanları yağlıyor.
Başında ki ağrıya midenin açlık ağrısı eşlik edince Gazi Caddesi girişindeki Sinan Lokantasına yöneliyor. Lokanta girişinde önce masaları kontrol ediyor. Ekmek sepeti yine dolu, bu iyi. Sonra ceplerini kontrol ediyor. Kaset aldığı için yemek parası eksilmiş, bu kötü.
Şimdi ne yapacak! Yurda dönünceye kadar yemek biter. Daha pil de alması lazım. En iyisi yan sokakta sınıf arkadaşı Cemal’in evine gitmeli diye düşünüyor.
Ve Suriçi’nin dar kuçelerinden birine giriyor. Sokağa dalıyor. Birinci katta, kiremit altın da anahtar var yanda sakladığı Kürtçe kasetler var. Öğrenci evi her an basılır diye kasetler burada saklanıyor. Cemal, hemşire kardeşinin desteğiyle evi tek başına tutmuş olsa da burası tipik bir öğrenci evi sayılır.
Anahtar yerinde olmadığına göre Cemal şimdi evdedir. Ama Kürtçe kasetlerin yerindedir. Kapıyı çalıyor. Cemal yine dağınık haliyle onu dağınık evine davete diyor.
“Hayret yalnızsın Cemal.”
“Şimdilik, birazdan cümbüş olur.”
“Ortalık yine çok dağınık. Belliki kız kardeşin eve gelmiyor. ”
“Evet bana küstü. Bir daha da gelmeyecekmiş.”
“Ona da yazık. Belli ki nöbetler onu çok yoruyor. Geliyor burayı toparlıyor sonra lojmana dönüyor. Gel birlikte toparlayalım.” diye işe koyuluyor.
“Bende o zaman tencereye kuru fasulye koyayım. “
Yarım saatte ev kısmen toparlanıyor. Kuru fasulye hala pişmemiş. Şimdi müzikle dinlenme zamanıdır. Cebinden Ahmet Kaya kasetini çıkarıyor. Cemal öfkeleniyor.
“Sen de mi Ahmet Kaya’nın kasetini aldın. ”
“Evet, ben de aldım.”
“Bırak onu arabesk söylüyor. Duygu sömürüsü yapıyor.”
“Bu üstenci ve yargılayıcı bakışın hiç değişmiyor. “
Ve Ahmet Kaya ile başlayan tartışma, arabesk, 12 Eylül, siyaset, akademik mücadele toplumsal kültürle devam ediyor. Nerdeyse her on dakikada bir eve çat kapı biri geliyor. Her gelenle tartışma daha alevleniyor.
Kuru fasulye daha pişmemiş. Saat onbire geliyor. Yurda son otobüse dakikalar var. Bir Ahmet Kaya ve arabesk akşamında aç aç yurdun yolunu tutuyor. Dağkapı’da kulakları kopartacak sert bir rüzgar var. Durağa yanaşıyor. Orada yurt arkadaşı Sami başı sarılı halde bakıyor.
“Beni yalnız bıraktın Ahmet. Arada kötü dayak yedim.”
“Sen o beleş kavgaya neden girdin. “
“Tam çıkıyordum, kapı girişinde dediğin gibi beleşinden vurdular. Baksana adam o kadar dayak yemiş yerde hala nara atıyor.”
Durağın karşısında Sevenler Birahanesinin önünde o Müslümcü adam yerden kalkmaya çalışıyor. Ağzı yamulmuş, kanlar içinde, gömleğinin ayrısı yırtık bir halde konuşmaya çalışıyor.
“Tek baba var, Müslüm baba!”
Dilan Sinemasının altında gecenin müziği rüzgara karışıyor.
Yıllar sonra aynı kent, aynı acılar ve bu coğrafya da değişmeyecek anne sevgisi mücadelesi.
Beni burada arama anne.