Çocukluklarında, futbolu direksiz ve çizgisiz, 6 taşlı toprak araziler de oynarlardı. Maçlarında asla hakem olmazdı. Hiç biri ne ofsayt, ne ent, ne frikik bilmezdi. Penaltılara kale önün de birinin yaralanmasına göre ortak karar verilirdi. Sabit kalecileri yoktu. İki taş arasında belirlenen kaleye sırayla geçerlerdi.
Ve maçları asla bitmezdi. Ama maç içinde anlaşmazlıklar, küskünlükler ve kavgalar, hepsi bir sonraki maça kadardı. Ve de bir sonraki maçta, hiçbir şey olmamış gibi, her şeye yeniden başlar, yorulunca, kavgaya tutuşunca ve maç yine yarıda kalınca, çamurlu ve yamalı pantolonlarıyla, toprak damlı evlerinin yolunu tutarlardı. Babaları yaralarına, anneleri çamurlu pantolonlarına kızacaklarını bildiklerinden, eve gizlice girerler ama sonunda hep yakalanırlardı.
Yatılı Bölge Okulu salonunda siyah beyaz televizyon ile ilk tanışmaları, bir Galatasaray Fenerbahçe maçıyla olmuştu. Bir gün sahada arkadaşları bir Fenerbahçe-Galatasaray maçı düzenleyelim dediler. Fener’e geçen oyuncu fazla olduğundan kendisini Cimbom dedikleri Galatasaray takımına yazdıklarından sonrada sıkı bir Cimbom taraftarı olacaktı. Ama devrimci abileri Cimbom için aristokratların takımı dedikten sonra taraftarlıktan vazgeçmişti. Yine abilerin deyişiyle burjuva olmadığı için Fener’i, proleter olmadığı için Beşiktaşlı da olamazdı. O bir köylüydü ve aynı ligde oynayan şehrin takımı Diyarbakırspor’u tutmalıydı. Ancak, yazın gittiği şehirde, üzerinde yeşil kırmızı formalarıyla Ofis çocuklarının onu köylü ve Kürt diye taşlamalarından sonra, taraftarlık serüveni sona erecekti.
Artık gözünü dünya kupalarına dikmişti. Siyah beyaz televizyon zamanında dünya kupası çok uzak ve çok gizemliydi. Televizyonlarda ‘Argentina 1978’ yazısı onu epeyce heyecanlandırıyordu. Ama dünyaya kuşkucu ve gözlemci bakan devrimci abilere göre Argentina 1978 Dünya Kupası şikeliydi. Arjantin diktatörü kupayı kaldırmak için Peru maçında, soyunma odasına kadar gitmiş, Arjantin dört farklı kazanması gereken maçı altı sıfır almıştı.
Bu devrimci abiler kendi ülkelerini ne kadar tanıyorlardı bilmiyordu. Ama dünyayı iyi takip ettikleri ortadaydı. Futbol o dönem darbeler ve diktatörlükler kıtası Latin Amerika’da popüler olması tesadüf değildi. Zaten futbol, ülkesini üç F ile yöneten diktatör Salazar gibilerinin sporuydu. Devrimciler aşk gibi futboldan da uzak durmalıydı.
Ve On iki Eylül’de geçen gençlikleri arabesk ve futbolun esintileri altında geçiyordu. Fakültenin biraz daha bakımlı sahalarında oynarken o dönem cezaevlerinde olan abilerine ‘belki de futbol aşk gibi politik değil’ diyerek sitem ediyorlardı.
Şehirde, bir ayağı doğuştan aksadığı için maçlara katılamayan, herkes daha esmer ve de fakir olduğu için ötekileşme duygularında gezen Şerefhan ile arkadaşlığı, onu yine futbola meylettiriyordu.
Şerefhan sıkı bir Fener taraftarıydı. Seksenli yıllara genç olarak birlikte Cimbom ve Fener maçlarını birlikte izleyip hep kavga ederler sonrada barışıp Kaya ya da Baron Kıraathanesinde tavlaya otururlar, sonra da arkadaşlarıyla Nezere’ye dalarlardı.
Şerefhan’ın fanatikliğine diyecek yoktu. Fener kazandığında yerinde duramıyor, Fener kaybettiğinde yıkılıyor, ortadan kayboluyordu. Ve aslında fanatikliğin ezilmek ve bir güce yaslanmak ruh halinin doruk noktalarından biri olduğunu Şerefhan’ın travmatik hayatından dolayı çok iyi biliyordu. Desteklediği takım asla yenilmemeliydi. Çünkü yenilince ezikliğini bir daha yaşıyordu. Bu yüzen kendince en güçlü takımın taraftarı olmayı tercih etmişti.
Artık açık havalar da Yeşilçınar Çay Bahçesi’nde, kapalı havalarda Kaya çay ocağında lig maçlarını keyifle izliyorlardı. Arada Avrupa ve Dünya Şampiyonlukları da keyif veriyordu. Kamerun’un maçları Yeşilçınar’dan, Mardinkapı’ya tüm çay bahçelerinde tıklım tıklım izleniyordu. Mesele futboldan anlamaktan öteye Kamerun’un renkleriyle gurur duyabilmekti.
Maradona İngiltere’ye elle gol atarken Şerefhan ile, kuçelerde kol kola, sanki havalarda geziniyorlardı. Böylece, sekiz yıl önce kupanın tadını alamamışken, Maradona’nın statlarda futbol tangosu ile Arjantin’in zaferiyle iki kez seviniyordu. Ama onların şehir takımı Diyarbakırspor forveti Vehbi’nin Fener’e Maradona gibi elle gol atması Şerefhan’ı ve tüm Fenerlileri epey öfkelendirmişti. Ne de olsa Vehbi bir Maradona değildi ve en kötüsü onlardan biriydi.
Fener, Cimbom ve Karakartal maçları keyiften geçilemezdi. Birde yeni öğrendikleri king oyunu da öğrenciliklerine ayrı bir heyecan katıyordu. Ve bir gün onlar Yeşilçınar Çay Bahçesi’nde king oynuyorlardı. Televizyonda, Beşiktaş ile Dinamo Kiev Şampiyon Kulüpler maçı oynuyordu. Ve o gün king yapma şansını yakalıyordu.
Çok nadir görülen bu şansı iyi kullandı. On Üçüncü eli de alırken havaya kalkıp sevincini paylaştı. Tabii ki bir Sovyet takımı olan Dinamo Kiev, Beşiktaş’a o anda beşinci golünü atmıştı. Aslında yüzü televizyona dönük değildi. Ve maç ile ilgisi de yoktu. Ama Beşiktaş’ın gol yemesine sinirlenen fanatik ama daha fazlası, orta yaşlı muhbir bir adam ona yaklaşıyor ‘komünistlerden gol yememiz senin hoşuna mı gitti, bir Türk takımının yenilmesine sevinmek nedir gösteririm sana’ diyerek öfkeyle dışarı çıkıyordu.
Ve çok geçmeden polisler o muhbir adamla gelip onu alıyordu. Şerefhan ve diğerlerinin çaresiz bakışları altında Çarşı Karakolu’nun yolunu tuttular. Peşlerinden, Yeşil Çınar’ın sahibi olmaktan öte sembolü Xalê Hesen Çarşı Karakolu’na giriyordu. Ve On İki Eylül’ün hala devam ettiği bir dönem de Xalê Hesen’in üstün gayreti ve şahitliğiyle alt kattaki malum nezarete girmekten kıl payı kurtuluyordu.
Bir daha maç olduğu anlarda daha dikkat edecekti. Daha da önemlisi Şerefhan ve diğer arkadaşlarıyla bir daha king oynayamayacaktı.
Ve sonraki günlerde Sevenler Birahanesi’nde, sınıf ve etnik kimlik farkı nedeniyle, Akdenizli kız tarafından terk edilme şerefiyle kadehleri bir bir tüketirken, kadeh arkadaşı ona ‘belki de aşk, futbol gibi politiktir Ahmet’ diyordu.
Sonra coğrafyada, birçok travma gibi bunu da unutuverecekti. Yıllar sonra Arjantin’e gezmeye giderken solcuların futbol aşkına şaşırıp kalacaktı. Ve Otuz Altı sene sonra bir Dünya Kupası bir kez Arjantin’in şampiyonluğu ile biterken, Keçi Burcun’da Kırklar Dağı’na karşı hatıralarının hüznünü yaşıyordu.