Foto: ARşiv
Dar koltukları, yorgun ama telaşlı yolcularıyla, sıkışık mı sıkışık uçak, yerden bulut görünen gökyüzünün sisleri içinden sarsıla sarsıla kente iniyor. Aşağıda yıldız kümelerini andıran ışıklar oldukça güzel ve gizemli görünüyor.
Ama bir kış akşamı havalandığından beri sabit duramayan uçak daha bir sallanıyor. Yükseklik korkusu olmasa da her fani insanın derin hisleriyle yüzleşiyor. Kemer uyarı ışıkları dışında bir ışığın yanmasını fark edince yan tarafına dönüyor. Yanında şimdilik uyuya kalan kirli sakallı, takım elbiseli, zayıf genç adamın telefonundan ‘Ali Amca’ yazısı dikkatini çekiyor. Kabin görevlileri nasıl fark etmiyor anlamıyor.
Demek ki adamın Ali Amca’sının da bir telaşı var. Adam uyuklasa da sessizde olan adamın telefonu yanıp sönmeye devam ediyor. O anda sallanan uçağın telefondan mı, yoksa fırtınadan mı sarsıldığını, anlayamıyor. Ve hangisi daha iyi karar veremiyor.
Bir yandan adamı uyandırıp uyarmak var. Öte yandan hostese bildirmek var. İkincisi kavga nedeni olacağından adamı uyarmayı tercih ediyor. Ne de ola bugün onun için sebat günlerinden birisidir. Ve kimseyle kavga etmeye niyetli değildir.
Esasen bindiğinde genç adamın sürekli telefondan konuştuğunu hatırlıyor. Ve Ali Amca olması muhtemel kişiyle, karşılanması için kendisine iniş saatini sorduğunu da hatırlıyor. Uçak havada ihtiyaç molası vermediğine göre, Ali Amcasının merakı, uçağın düşüp düşmediği merakı ile ilgili olabilir.
Ve genç adam neden telefonu uçak moduna almamış diye de merak etmiyor. Elbette hostesler varken uçak zaptiyesi olacak hali yok. Ama uçak düşerse o da elbette payını alacak. Ama yurdum insanına feda olması da bir kahramanlık hikayesi olabilir!
Adamı dürtüyor. Adam sinirlice uyanıyor. Ali Amca hala arıyor. Adam telefonu yine sinirlice kapatıyor. Ama uçak moduna alıp almadığını bilmiyor. .
“Ne oldu Hecî. Bir sıkıntın mı var?”
Tabii ki uçağın açık telefondan etkilenmesi bir sıkıntı olmayacağına göre, başka ne olabilir. Hem Hecî demesi daha çok ilgisini çekiyor. Uçağa gelirken, metroda ona Hacı diyen genç kadını anımsıyor. Önündeki oturan adam kalkınca genç bir kadının “Hacı amca dizim çok ağrıyor” deyip hızlıca önünde boşalan koltuğa oturuşunu anımsıyor. Sonra da bacak üst üste atıp erkek arkadaşıyla sohbet etmesine mi yansın, yoksa gerçek diz ağrısı çeken kendine mi yansın, yoksa Hacı diye tanımlamasına mı yansın, neye yanacağına karar vermiyor.
Belki mesele koca metroda ve koca uçakta, üşüyen kafasındaki çember fesimsi bereyle Hacı görüntüsünün suistimal edilmesidir. Belki de muhafazakarlık deminde Hacı diye kategorize edilerek istediğini yaptırma davranışıdır.
*Genç adama “bir sıkıntı yok yiğen. Sadece telefonunu uçak moduna al istersen diyecektim.”
“Sana ne!”
Evet, zaten uçak düşerse ve eğer o kurtulursa ‘bana ne diyecek’ yurdum insanıyla tartışmayı uzatırsa sonra yaşayacaklarını tahmin ediyor. Belki de beraberce düşmek daha makul olacaktır. Düşerlerse kendisine bir şey olmayacağından emin genç adamın siniri geçmemiştir.
“Haklısın. Bana ne yiğen. Ben zaten bir hayalim. Uçak düşse bana ne olacak ki! Hem amcan seni arıyor. Uçak düştü mü diye merak ediyor. Bir cevap ver, meraklanmasın adam.”
Ve muhtemel bir dalaşma şimdilik erteleniyor. Gökyüzünden kent, çirkinliklerini göz ardı edercesine parlıyor. Belki de aşağıda imrenerek seyrettikleri yıldızlar da bilmedikleri çirkinlikleri örtüveriyordur. Ve belki de uzaklar belki bunun için güzeldir.
Ama bu kenti, mülteci yürekler gibi uzaktan sevmek mi, yoksa kendisi gibi taşlara dokunarak sevmek mi daha anlamlı bilemiyor.
Nihayetinde uçak sarsıla sarsıla sertçe iniveriyor. Genç adam ona ‘ulen oxlim bak uçak düşmedi ne konişisen’ der gibi bakıyor. Ve kafalamaya hazır koç gibi bekliyor. İşine gelince Hecî diyen bu genç şimdi ‘ulen oxlim’ile girişebilir. Hem konuşmasından ve duruşundan kendini dokunulmaz ve kusursuz hissetmektedir. Ve zaten uçak modunda olmayan telefonuyla konuşmaya başlamasıyla ondan kurtuldum diye seviniyor. En fazla on beş dakika sonra görüşeceği adamın telefonla arayarak uçağı riske edenlerin memleketinde yaşadığının farkındadır.
Ve büyük bir mutlulukla uçaktan iniyor. Kentin toplu ulaşımının zorluğunu bildiğinden taksiye yöneliyor. Gideceği adresi ve taksimetre açıp açmayacağını söylüyor.
“Hecî orası yüz yirmi yazar. Ama ben yirmi fazla alacam.”
“Neden?”
“Mazota sürekli zam geliyor Hecî. Anlayış lütfen. Akşam çocuklarıma tatlı almalıyım, meyve almalıyım…”
“Tamam, ben çocuğuma alacağımdan kısarım. Hecî’ye de bu yakışır zaten. ”
Bencillistan vatandaşı oralı olmuyor. Tabi ki kendi çocuğu onunkinden daha değerlidir. Sonra şimdi ona ‘Benim suçum ne. Mazot fiyatlarına karşı çık” dese yol boyu siyasi tartışmanın fitilini ateşleyecek. Bu eşref ve sebat deminde hiç çekilir değil. Taksicinin dediği gibi yirmi lira fazla veriyor çocuğu tatlı yesin diye.
Ve sağ salim siteye giriyor. Ve arabasının sağ tarafının çöktüğünü fark ediyor. Daha kendine gelmeden genç site güvenlikçisi yanına geliyor.
“Abi arabayı vuran seni aradı mı?”
En azından bu akşam biri ona Hecî dememiştir. “Hayır! Kimse aramadı.” diyor yavaşça
“İki gece önce ben bir sesler duydum. Sonra baktım bir cip hızlıca siteden kaçtı. Ama benden kaçmaz. Kameralardan tespit ettim. Ecemî geri geri gelirken vurmuş. ”
Kafasında ki çember bereyi atarak sakalını kızgınca çekiyor. Cipli, suçlu ve güçlü adamla kavgadan kaçmasının maliyeti bu ekonomik krizde ona ağır gelecektir. Artık sebatlık ve hecîlik demi sona ermektedir.
Sonra gökyüzüne bakıyor. Parçalı bulutlar içinde yalnız yıldızları seyrediyor.
Belki de, bu kent sadece gökyüzünde gördüğü gibi sevilmeli, diye sitemleniyor.