Foto: Arşiv
Sakarya Üniversitesi öğretim üyelerinden birisinin, ulusal bir televizyonda yaptığı gereksiz, yersiz, anlamsız ve genelleştici bir konuşmada üniversiteler, yine gündeme geldi. Biz hep üniversitelerden şikâyet ederiz. Bir atılım ruhu, ortaya bir eser koyma gücü ve iradesi bulunmayan üniversitelerin içinde bulunduğu hazin ve elem verici durumu, yürekleri dağlamaktadır.
Bilgi, görülmemiş biçimde hızla artarken, ülkemiz, bu hıza yetişmek ve bilgi toplumu haline gelmek zorunda olmasına karşın, dünya üniversiteleri arasındaki yerini bir türlü alamamaktadır. Ancak, üniversitelerimiz bunu yapabiliyor mu ya da böyle bir çabaları var mıdır? Bu soruya olumlu cevap vermek oldukça güçtür. Günümüzde üniversiteler, ulusal ve uluslararası alanda yaşanan rekabetin etkisi ile gücünü arttırmanın yollarını aramak ve en üst düzeyde rekabet avantajları sağlayarak seçkin eğitim ve araştırma stratejileri izlemek zorunda iken, kıskançlık, çekememezlik ve derin ufuklara bakmaktan yoksunlukları nedeniyle, asli amaçtan uzaklaşmış ve birer bilim fukarası yuvası haline gelmişlerdir. Üniversitelerin, bilim üretmek ve bilime katkıda bulunmak ve nitelikli eğitim vermek üzere iki ana temel görevleri bulunmaktadır kuşkusuz. Ancak, günümüzde üniversitelerimizin, bilim ve toplum gerçeklerine ve ihtiyaçlarına sırt çevirmiş olmaları ve kendi dünyalarında yaşayarak halktan kopuk duruma gelmeleri, akademisyenleri, üniversite ve toplumdan kaçınılmaz bir biçimde uzaklaştırmış ve fildişi kuleye çekilmeleri sonucunu doğurmuştur.
Ülkemizdeki, üniversitelerin bilim üretememenin önündeki engelleri maddeler halinde sayacak olursak, üniversite yönetimlerinin bilimsel yetersizliği, akademisyen alımlarında liyakat ve başarının dikkate alınmaması, araştırma alt yapısının bulunmaması ve eleman sayısının yetersiz olması, bilimsel çalışma ve yayınların, sadece akademik yükselme ile sınırlı tutulması, daha sonraki dönemlerde bir getirisinin ve öneminin olmaması, yönetim makamlarının bilim yerine, bazı akademisyenler arasında hırs ve kıskançlık doğurabilecek bir makam haline gelmesi ve üniversite özerkliğinin, mevki ve makam ihtiraslarına feda edilmesi gibi nedenleri saymak mümkündür…
Akademik hayat, sürekli hareket halinde bir yaşam tarzı olup, akademisyenler, hiç büyümeyen birer öğrenci gibi, öğrenmeyi seven, sadece ders anlatan değil bilimsel çalışma ve araştırma düzeyini yüksek tutan kişilerdir. Fakat ülkemizde bunun tam tersi bir yönde olduğunu, üniversiteye kapak atan bir asistanın, hocasının kahrını çektikten, çantasını taşıdıktan ve hizmetlerini gördükten sonra doçent olmuşsa, artık çabuk yürümesi ve basamakları hızla tırmanması önünde hiçbir engel kalmamış demektir. Çünkü üniversitede testiyi kıran da testiyi götüren de aynı kefeye konulmaktadır. Hatta testiyi kıran daha çok makbul sayılmaktadır.
Bilimsel araştırmalar, bir gerçeğe işaret ediyor. Herkes bilim insanı olamaz. Doğan çocukların ancak % 5-7’si bilim insanı olabilecek yetenekte doğdukları ileri sürülmektedir. (Devam edecek)