Muhterem okurlarım,
"İlk kitabımı yazmak için 40 yılımı aldı.” Der Paulo Coelho.
Bir sabah uyanıp yazar olunmuyorum efendim. Eline kalemi alan yazarlığı soyunuyor. Yazarlık ceketini sırtına geçirip sokağa iniyorlar. Peki, sonra çırılçıplak bir vaziyette. İlk çıkmaz sokakta duvara toslarlar. Kalem herkesin cebine yakışır ama herkesin Eline yakışmaz. İşin en vahim ise bu aralar herkesi yazma merakı sarmış. En sonunda ünlü şahsiyetlerinde bu yazma kervanına katıldılar. Eskiden kütüphaneler kitapçılar hınça hınç okuyucuyla doluydu. Ülkede niteliksiz yazar mezarına döndü. Sadık okuyucu buhar olup uçtu.
Pek biz,
niçin?
Neden?
Kaleme sevdalıyız…
Onlarca peş peşe sorular havada birbirine çarpışıp cevapsız kalıyor.
Debord'un bu sözünü anımsadım. "Yazmayı bilmek için okumayı bilmeli, okumayı bilmek için yaşamayı bilmeli."
Çoğumuz ikisinde de bihaberiz. Bizler birileri bizim yazar olduğumuzu haberdar olmaktan başka gayemiz yokmuşcasına. Geçmişin ezikliği, hayal kırıkları, umutsuzlukları çalma kalemle kendimizi teselli ediyoruz. Bir zamanlar yerden sürülen egomuzu şaha kaldırmak. Peki, sonuç kocaman bir hiç…
Hayatayken değerini bilmediğimiz nice yazarlar var. Bunun en somut örneği: Sevgili yazar dostum, Franz Kafka'dan başkası değil.
20.yüzyılın Alman edebiyatının önde gelen yazarlarından biri olan Franz Kafka, yaşamı boyu pek tanınmamıştır. Arkadaşı Max Brod'a verdiği vasiyetinde tüm yazdıklarının imha edilmesi rica etmiştir. Nitekim Max Brod Viyana'da ölümün ardından aksi hareket ederek elindeki eserleri yayınlamıştır. Kafka ölümden sonra da olsa dünya da ünlü bir yazar haline gelmiştir.
Bundan yıllar önce bende de yazma hastalığı peydahlanmıştı. Aşı olmam gerekiyordu efendim.
Aşılamam için de ülkenin kalemi en kuvvetli yazardan bir imza elzemdi. Başka türlüsü hastalığın önüne geçmek mümkün değildi. En çok korktuğum mevzu ise hastalıklığım başkalarına bulaşmasıydı. Nihayet iple çektiğim gün çakıp gelmişti. Saçlarım üç numara, sakalım sinekkaydı. Yirmi yaşında büyük kardeşlerim neyden bahsettiğimi şıp diye anlamışlardır. Sivil hayatımdaki aklımı kendimle, diğer aklımı ise nizamiyede bir arkadaşı emanet edip yolla koyuldum.
İmza programı yapılacak kitap mağazasına bir kaç kere gitmişliğim vardı. Saat 10.00 imza programı başlayacaktı. Beni kapıda karşılayan kitap mağazasının sahibi aynı zamanda saygıdeğer bir iş insanıydı. Mütevazı kişiliğiyle iş dünyasının sembolize eden son emsalıydı. Beni görür görmez ayağa kalktı. Çeketini ilikledi. Elini uzatıp dostça elimi sıktı. Bunların hepsinin önceden provasını yaptığını sezdim. Tuhaf bir duygu beni rehin aldı.
Elit sınıfın ağzı iyi laf eder. Ademoğlunu el üstünde tutar. Bu onların değişmez ilk prensipleridir. Nitekim zamanı gelince de seni elinin tersiyle itmesinide bilirler ha! Nazikçe kırmadan incitmeden, yıllar sonra fark edersin aptallığını…
Neyse efendim, lafı uzatmayalım saadete gelelim. İçerisi tıklım tıklımdı. Yazar Bey, gözünü yumup etrafa bakmakla yetiniyordu. Ketum, münvezi bir perspektif çiziyordu okuyucuların gözünde. Ne zaman sonra imza sırası bana geleceği muammaydı. Bu şartlarda beni fark etmesi imkansızdı. Tabii, kardeşiniz nizamiye kapısında girdiği ilk gün gibi saf değildi. Şeytana ayakkabısını ters giydirecek kıvama gelmişti.
Birkaç saat sonra çay molası verildi. Yazar Bey ve saygıdeğer iş insanı karşılıklı çaylarını yudumluyordu. Gazetecilerin flaşları yazarın gözünde patlıyordu. Bende kadraja girmek istedim. Çabam boşa çıktı.
Elimde yazarın bir kaç kitabı, beni göreceği bir şekilde rafa dizdim. Daha sonra oturdukları yerde "U" şeklini çizip onlara bakıp selam vermeden geçtim. Kitaplarla selam vermekle yetindim. Yazar Bey, benim kafayı sıyırdığımı sandı.
"Nusret kendine iş buldun mu?
" İbrahim hala kaval kemiğin sızlıyor mu?
"Şebnem Hanım, yeni kızın eve alıştı mı?
Yazar Bey, zokayı yutmuştu. Başını çevirip pürdikkat beni tepeden tırnağa süzdü. Yıllarca arayıp bulamadığı şeyi bulmuşcasına, yazacağı yeni roman kahraman adayı bendim. İmza sırası bana gelinceye kadar bir an olsun gözünü benden ayırmadı. Benden daha heyecanlıydı. İmza sırası bana gelince yazardan beklenmeyen bir hareketle ayağa kalktı. Elimi sıktı. Tüm gözler üzerimizdeyd. O kendini bana tanıtma gereğini duydu. Uzun uzun konuştuk.
Saat ilerleyince kitapçının içi boşaldı. İmdadına saygıdeğer iş insanı yetişti.
Tenha bir yere geçti. Etrafı kolaçan etti. Cep telefonunu kıç cebinde çıkarıp kulağına götürdü. "Hemen tekstil çalışanları alıp kitapçıya getiriyorsun misafirimiz boş durmasın"
Bir kaç dakika sonra bir dolmuş dolu emekçi kardeşlerim, kitapçının içine doluştular. Tuğla kalınlığındaki kitaplar ellerine tutuşturdular. Çoğunun okuma yazmaları olmadıklarını adım kadar emindim. Tüm olanları teessürle izlemekle yetindim. Bundan bir kaç yıl önce, evime misafir ettiğim. Sevgili dostum, Anthony Burgess'in bu tarihi sözü anımsadım.
"Seçme hakkına sahip olmayan kişi kişiliğini yitirmiş demektir."
Ruhumla kalbinizi selamlıyorum…
Başka bir yazıda görüşmek dileğiyle…