Geride bıraktığımız İstanbul seçim sonucuna, Türkiye’deki gidişatı değiştirebilme potansiyeli gibi bir anlam yüklendi.
Ak Parti-MHP iktidar ortaklığının, siyasi ve ekonomik krizin gölgesinde, (özellikle seçim sürecinde) başlattığı ve kimi kesimlerce şüpheyle yaklaşılan Abdullah Öcalan ile görüşme izniyle başlayan ve iktidar bloğunun yararına vurgu yapan mektupla devam eden sürecin nereye doğru evrileceği bu anlama konu ediliyor.
Sorular şu:
Seçim haftasında Abdullah Öcalan üzerinden yapılmak istenen; İstanbul’da Kürt seçmenin, sonuçları belirleyen kritik aktör haline gelmesinden kaynaklı bir girişim miydi yoksa Suriye özelinde değişen politikaların iç siyasete yansıması mıydı?
Birinci sorudan başlayalım.
Son dört yılda yaşananlar ışığında siyasette HDP’yi ve onunla ilişkili gözükenleri kriminalize eden anlayışın gölgesinde, seçimle ilişkilendirilen Öcalan mektubunun, kısıtlı bilgilerle yapılan öngörüleri aşan bir perde arkası olduğunu söylemek mümkün.
Mektup meselesi haklı olarak seçimle ilişkilendirilse bile; bilmediğimiz arka plan, aktörlerin çokluğu ve meselenin sadece Kürt-Türk ilişkisi üzerinden çözülemeyeceğinden hareketle, Kürt sorununun pratikteki çözüm yollarının kısa bir zamanda gerçekleşmesini olası kılmıyor.
Çözme iradesinin oluşması, geniş bir alana yayılan aktörlerin her birinin çıkarlarının gözetilmesi hassasiyetini gerektiriyor.
Bunun için de ikinci soruya, Suriye’ye bakmak lazım.
Suriye konusu tüm taraflar açısından gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alıyor ve bunun bizi ilgilendiren tarafta (Kürt sorunu üzerinden) iç ve dış siyasette ne gibi değişikliklere gebe olduğunu öngörmek bu dumanlı havada oldukça zor.
Bu noktada ABD, Rusya, İran ile birlikte başat aktörlerden olan Türkiye’nin, “sorunun neresinde konumlan(dırıl)acağı?” sorusu cevap bekliyor.
Afrin operasyonunda Rusya’nın tavrı Türkiye’nin lehine bir durum yaratırken, S-400 konusunda ABD ile yaşananlar, İdlib meselesi ve tampon/güvenli bölge konuları tüm aktörlerin ortak bir yolda buluşması ile ancak gerçekleştirilebilecek.
Suriye’de hepsi iç içe geçmiş sorunlar yumağı içinde bocalanırken, beri yandan Suudi Arabistan ve Katar’ın da dahil olduğu ABD-İran geriliminin varabileceği aşamayı da hesaplamak da bu durumda mümkün değil.
Ortadoğu’da sadece Suriye ile değil, diğer yandan Libya, Filistin ve Mısır sorununun bir parçası haline gelen Türkiye; ABD, Avrupa, Rusya, İran, Suudi Arabistan, Katar ile de sorunları derinleştiren, üstelik bunu beklentileri/çıkarları aşan bir potansyeli aşan güç ile yapmaya kalkışıyor.
Alandaki aktörlerin her birinin bu açmazdan istediklerini alarak sıyrılması zor. Çözüm için “talepler” kadar “tavizler” de önemli.
Böyle bir ortamda, Türkiye’nin mevcut ekonomik-siyasi tablosunun bunun altından kalkabilmesinin yollarından biri hem içerde hem dışarıda cepheleri azaltmak. Bu Türkiye kadar diğer aktörlere de makul bir noktada buluşmak gerekliliğini dayatıyor.
Bunun için Türkiye’nin nasıl bir politika değişikliğine gideceğini (en azından iç siyasette) öngörerek çözüm çabasını sürdürülebilir bir yere oturtması zor.