Kışların soğuğunu iliğine kadar hisseden küçük bedenlerin, karlı havada yarı yırtık, siyah lastik papuçlarla yoksulluğa direndiği bir mazinin, umut taşıyan esmer yüzlü çocuklarıydık.
Bedenlerimiz duyguların şekillerine bürünmüş, dillerimiz anamızın sevgi sözcüklerine hapsolmuş, bakışlarımız dünyaları içinde nakşeden bir deryaya benzemiş, gözyaşlarımız sebepsiz damlar olmuş neye güleceğini bilmeyen yüzümüze.
Bir kitap neyi anlatır anlamazdık. Bizden değildi kitaplar. Kelimeler yabancı, cümleler duygusuz, sayfalar hayalimizi anlatmazdı. Bilmezdik herşeye sahip olmanın hissini. Hikayeler bizden uzakta, yaşamımızın hiç bir anında yaşanmayan anıları anlatırdı. Romanlarda geçen isimler bizde yoktu. Duygularımız, anlatılmayan bir dilin, görülmeyen toz pembe yaşanmışlıkları anlamakta zorluk çekiyordu.
Biz sabah elinde beslenmesiyle okula gidenlerden olmadık hiç. Sofranın şahı gözlerimizin rengi zeytinler, ya ekmeğe sürülen salçanın izleri çıkmazdı yanaklarımızdan.
Gülmek, bedenimizin zoraki mimikleriyle yanaklarımızı okşar, üzülmek nedir bilmeyen, yaşamı bir umudun içine sığdıran gözlerimizi tebessüme boğardı usulca.
Okuldan arda kalan zamanlarımız sağ omuzumuzda boya sandığı, sol elimizde terlik ve dilimizde 'ayna gibi/parlamazsa bedava abi' sözcükleri. Tırnaklarımız, siyah, kahverengi boyaların ahenkli duruşuyla, parmak uçlarımız da cila ile yağlanmıştı.
Sokakların çamuruna bulaşmıştı umutlarımız. Ya gelecek ya gelmeyecek belirsiz yarınlar bizi günümüzden uzaklara götürür, ayağımızı çeksek papucumuz çamura saplanır, ayağımızı çamura banardı felek.
Bizim hiç bir zaman geç gelmeye zamanımız yoktu. Karanlığı görmeden evde bekleyen iki çift göz vardı. Gitmeliydik. Elimizde telefon yoktu geç geleceğimizi söylemek için.
Mahallelerimiz güleryüzle sabahlara uyanırdı. Hayvanların sesi yankılanırdı kuşluk vakti. Şalvarlı annelerin ellerinde ince sopalarla hayvanları sürüye yetiştirme telaşı, babaların küreklerle bahçe kazdığı, çocukların sırtına yüklediği bilinmeyen bir dünyayı anlama metotlarının saklandığı çantalarla, mavi önlükleri, abc yazılı yakalarıyla okula gittiği, işçilerin erkenden ekmek için savaşacağı inşaatlara koştuğu bir dönemin ayak izlerini taşıyordu.
Kışları sobanın üstünde kaynayan çorbanın düdük sesi kulaklarımızı çınlatıyor, büyük tabaklara kaşıkla daldığımız yılların kokusu burnumda tütüyordu.
Biz eskiden sevgi doluyduk. Ne babaya, ne anaya, ne büyüğe söz söylemezdik. Karşı çıkmaz, kalp kırmazdık. Telefonumuz yok diye ağlamazdık. Oyuncağımız yok diye kıyamet koparmazdık. Üstümüz başımız yok diye utanmazdık. Para nedir bilmezdik.
Sonra büyüdük.
İhtiyaçlarımızı çoğaltılar. İçinden çıkılmaz bir hâle getirdiler. Maaşımızı iki kuruş fazla verdiklerini zannettik. Sonra baktık ki yüzde bir kaç zam alan maaşımız, yüzde yüzlere varan ihtiyaçlara yetişmez oldu. Kanaat kalmadı, bereket yok oldu. Babalar yetişemez oldu. Evde yemek yapmaya üşenen hanımlar ihtiyaçları karşılamak için başkasına yemek yapmaya başladı. Misafirine bir bardak çay vermeye çekinenler onlarca kişiye çay yetiştirmeye çalışır oldu.
Yetmedi yine.
Çocuklar meslek edinmeden büyümeye başladı. Çıraklık yok oldu. Okulu bitirince yaşı büyüdü. İstediği bölümü bitiremedi işe giremedi. Okuması fayda vermedi, iş bulamaz oldu. Artık meslek kazanmak için çıraklık da yapamaz oldu. Sonra yüzbinlerce insan işsiz dolaşmaya başladı.
İhtiyaçlar gün geçtikçe artmaya, para ise değer kaybetmeye devam etti.
Paran yoksa kredi verir oldular. Olmayan paraları harcamaya başladı herkes. Kartla olunca bedava sandılar, sarıldılar harcamaya. Herkes çılgınca, olmayan ve oldurulan ihtiyaçları karşılamak için hunharca alışveriş yapmaya başladı.
Şimdiler de;
Babalar mutsuz, anneler mutsuz, çocuklar mutsuz, çalışanlar mutsuz, işsizler mutsuz
İhtiyaçlarını karşılayamayan herkes mutsuz.
Mutlu bir nesilden intihara sürüklenen bir nesile evrildik.
Görünen tek şey sadece felaket.
Sevgi ile kalın