İkindiye doğru bir subay salonda bulunanlara hitaben bir yer göstererek: “İsimlerini okuduklarım şu tarafa geçsinler.” Dedi. Herkes bir telaş içinde, bir hiç uğruna acaba aylarca hapishanede kalır mıyım diye bir endişe taşımaktayız. Neticede isimleri okunanları, inzibatlar gözetiminde alınıp götürüldüler. “Geriye kalanlar, evinize gidebilirsiniz, ancak mahkemelerimiz devam edecektir.” Dediler. Rahat bir nefes almıştık ama sonuç ne olacaktı, pek bilemiyorduk.
Üç sene sonra Sıkıyönetim Mahkemesi: “Yukarıda açık kimlikleri, kendilerine yüklenen suçları, suç tarihleri yazılı sanıklar hakkında yapılan hazırlık soruşturması sonunda: Olay günü olan 18. 4. 1980 günü İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji bölümü profesörü Abdulkadir Karahan'ın çalışma odasının kapısına ispirtolu kalemle kimliği meçhul kişilerin" Faşist Karahan'a Ölüm Dev Sol" şeklinde sloganın yazılması üzerine yapılan hazırlık soruşturması sonunda.
Bu yazının sanıklar tarafından yazılmasının mümkün olduğu ihbarı ile sanıklar gözetimi alınmışlar ve yapılan sorgu ve soruşturma sonunda: Her 4 sanığın gerek emniyetteki ifadelerinde gerekse savcılıkta tespit edilen ifadelerinde yazıyı yazmadıklarını ve kimin yazdığını da bilmediklerini bildirmiş oldukları, adı geçen profesörün kapısına yazılmış bulunan yukarıdaki yazının belirtilen sanıklara ait olmadığı Polis Laboratuvar Müdürlüğü'nün ekspertiz raporları ile da anlaşılmış olduğundan her 4 sanık hakkında belirtilen suçları işledikleri yönünde haklarında Kamu davası açmaya yeterli delil elde edilemediğinden kovuşturmaya yer olmadığına karar verildi.
Bir asistan, hocasının kapısına böyle bir sloganı yazabilir miydi? Elbette yazamazdı. Fakat daha sonraki günlerde Karahan: “Ben, bu yazıyı Şakir’in yazmadığını biliyordum. Sırf eziyet çeksin diye şikâyet etmiştim.” İtirafında bulunacaktır. Siz olsanız bu kişiye rahmet okur veya diler misiniz!
Adı geçen 3 öğrenci de hocanın dersteki hakaretlerine tahammül etmeyip dik durdukları için ihbar edilmişlerdi.
Olayın bundan sonraki durumu da ilginçtir. Bu yaşananlardan çok sıkılmış, yurtdışına gitmek için pasaport almaya karar vermiş ve müracaat etmiştim. Fakat bir türlü bana pasaport verilmiyorlardı. Çünkü o dönemlerde siyasi şubeden, Gayrettepe'de bulunan daireden suçsuz olduğunuza dair bir karar getirmediğiniz takdirde size pasaport vermeleri mümkün değildi.
Sıkıyönetim mahkemesinden lehimde verilmiş olan kararı getirmiş, fakat bunun sıkıyönetim komutanı tarafından da imzalanması ve mühürlenmesi gerektiğini söylemişlerdi bana. Siyasi şube ile sıkıyönetim Mahkemesi arasında gidip geliyor, mekik dokuyordum. Sonuçta bir şekilde imzalı kararı aldım ve siyasi şubeye götürdüm. Buna rağmen bugün git, yarın gel oyalamasıyla pasaportu vermemekte direniyorlardı. Bir gün siyasi şubeye gittiğimde bana dediler ki, "muhbirlik yaparsan sana pasaport verebiliriz." Doktorasını vermiş, edebiyat üzerinde çalışmalar yapmış, çeşitli eserlere imza atmış olan ben, kendi insanımı suçsuz yere ihbar edecektim. Öyle mi? O anda kendilerine şunu söyledim: "Siz beni ne sanıyorsunuz, yurtdışına gitmekten ebediyen yoksun bırakılsam dahi, benden böyle bir şey bekleyemez ve öyle bir işi asla yapmam dedim." Sonuçta istemeye istemeye pasaportumu verdiler. Ama aylarca beni uğraştırdılar.
Her hak ve hürriyet sadece tanınmakla gerçekleşmez, tamamlanmaz. Her hak ve hürriyetin yerine getirilmesi ve kullanılmasının birtakım şartları vardır ki, onlardan insan yoksun oldukça, o hürriyetlere tamı tamına sahip sayılamaz.
İşin üzücü yanı, 50 yıl önce yürürlükte olan kurallara, internetin ve sosyal medyanın bu kadar ileri bir düzeyde rağmen, yine de pasaport, kimlik ve ehliyet gibi işlemlerin tek bir elden ve Ankara'dan yürütülmesidir. Umarım üniversite hocaları da o eski günlerine dönmez ve bürokrasi de o günlere dönmekte ısrarcı davranmaz. (SON)