Foto: Arşiv
Her insanın içinde bulunduğu şartlar ve kendisini çevrelemiş olan ortamdan alacağı birçok dersler olduğu gibi kendisinin de çevreye vereceği çok şeyler vardır.
Herhangi bir bilim adamı, şair, sanatkâr ve düşünür, kendi dışından birçok şeyler almakla beraber kendisinin de dışa verebileceği birçok bilgi ve birikimi vardır. Yalnız falan devir, filan adamı meydana çıkarmıyor. Filan adam da falan devreye damgasını vurabiliyor.
Asistan olduğum 1970'ten1980’li yıllara kadar bugünkü banka ve para ödeme sistemi çok gelişmemişti ve bu nedenle de İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde maaşlarımızı, -otomatik ödeme sistemi bulunmadığından- muhasebeci Hayri Bey, sabah mesai başlar başlamaz Cağaloğlu’ndaki Defterdarlığa gidip personel maaşlarını kulplu siyah çantasına koyup bazen saat on bir bazen de on ikiye doğru fakülteye getiriyordu.
Buraya kadar her şey normal ve şimdi sıkı durun sizinle başka bir görünüm paylaşacağım. Saat 10’a doğru Fakültenin Dekanlık katında, yani ikinci katında bulunan muhasebecinin odasının önünde maaş sırasına girme ve kuyruğu başlıyordu. Zavallılar, aybaşını zorlukla getiren hademe ve fakülte memurlarıyla birlikte kerli felli bu profesör, doçent ve hocalar, saatlerce maaşlarını almak için bu kuyrukta bekliyorlardı.
Bu maaş kuyruğunda kimler yoktu ki! Profesör Dr. Macit Gökberk’ten Refia Şemin’e, Nihat Keklik’ten Faruk Kadri Timurtaş’a, Abdülkadir Karahan’dan Oktay Aslanapa’ya kadar onlarca profesör… Aybaşını zar zor getiren hademe ve memurların kuyruğa girmesi normaldi. Fakat mangalda kül bırakmayan anlı şanlı hocalara ne oluyordu ki… Bir veya iki gün sonra maaşlarını, kuyruğa girmeden alsalar olmaz mıydı? İşte bu aşamada 1870’lerde devreye giren bir şiir, yardımımıza yetişiyor:
“Ne kanuna, ne cebr ü zora, ne hünkâra tabidir
Bu bendergehde herkes dirhem ü dinara tabidir”
(Ne kanuna, ne şiddet ve zora ve ne de padişaha tabidir. Bu dünyada herkes dirhem ve dinara tabidir. Yani para peşinde koşmaktadır) Bu söz, eğer bugün söylenseydi, “Herkes dolar ve Avro’ya tabidir” denilecekti.
Ben ve asistan arkadaşım H. Türkay Gültekin (Kaysı), o günlerde İETT otobüsleriyle gidip geldiğimiz halde hiçbir zaman aybaşında hocalarla birlikte maaş kuyruğuna girmedik. Kuyruk sırası sona erdikten bir veya iki gün sonra gidip maaşımızı alırdık.
Bugün bu para sevgisi bitmiş midir üniversitelerde? Sanmıyorum. Çünkü emekli olan hocalar, tam da birikim, bilgi ve deneyimlerinin zirve yaptığı bir dönemde, o zaman bulunmayan ve şimdi ülkede pıtrak gibi baş gösteren Vakıf üniversitelerinde elden ayaktan düşünceye kadar çift maaş peşindedirler ve zamanlarını bu şekilde tüketmeye çalışıyorlar…
İdeal olarak bu üniversitelerde çalışanlar olabilir. Ama onlar da vakıf üniversiteleriyle anlaşma yaparak haftada belli gün ve saatlerin dışında bilimsel araştırma ve çalışmalarına ayırabilirler. Ama????
Bir gün bilge insan ve düşünür Sezai Karakoç’la bu meseleyi konuşurken, (genelleme yapmadan) doktorların, din adamları ve mevlithanların da paraya karşı olan zaaf ve düşkünlüklerinden söz açmıştı. O derviş ruhlu ve mütevazi insan: “Ne yazık ki bu gruplardan birinci kısmı, insanların fiziki yapısıyla uğraşırken, diğerleri de maneviyatlarıyla meşgul olmaktadırlar.” şeklinde çok hekimâne, anlamlı ve güzel bir cevap vermişti.
Zaferin serhat türküsünü işitmek için sabırsızlıkla bekleyen öğrencilere Allah dayanma gücü ve sabır versin.