Sevgi ve bağlılık, Cenap-i Hak tarafından insanoğluna bağışlanmış en güzel duyguların başında gelir. Seçme, bütün zenginlik ve ihtişamıyla insanın özelliği ve insana özgü bir duygu... Hayat, sürekli bir seçiştir, bir seçimdir, bir seçmedir. Arayarak, ayırarak, seçerek bize gerekli olanı, bizim olanı ve olmak istediğimiz yeri buluruz bu duygu sayesinde her zaman…
Varoluşçu bir filozof “İnsan, başkalarını seçerken, kendini seçer” şeklinde insanın bütün durumuna uygulamak istediği bir tez olarak ortaya atar. Nüanslar, dozlar, dereceler ve yönler, seçişimizin içyapısındaki radikal veya yüzeysel gelişimin dış şartları, geometrisi, konumuyla ilgili kantite veya özlük ifadeleridir hep…
Necip Fazıl, bohem bir hayat yaşarken, Allah’ın kerem ve lütfu olarak yolu Beyoğlu’ndaki Ağa Camii’ne düşer ve yüz seksen derecelik bir dönüşle çok az insana nasip olabilecek bir yöne, hidayete ermesine vesile olur burada vaaz veren Abdülhakim Arvasi Hazretleri…
İç oluş ve kurallarının egemen olduğu bu dünyada, Necip Fazıl için sımsıkı tutunarak bir kurtuluş ipi, bir dayanak sığınağı olur Abdülhakim Arvasi ve onun konuşmaları… Bakışlarını ayırmaz... Kritik edecek bakış yerine hayranlık duyacak bir bakıştır artık Necip Fazıl için… Ret bakışı açısı yerine teslim olma ve kendini rahmani bir esintiye bırakma halidir bu… Yaşam olarak “düşüş” çukuruna düşen, yuvarlanan ve debelenen bir insan için, yeniden ışığın göründüğü kuyu ağzına doğru yükselirken, kuyunun loş aydınlığındaki aldatıcı ayartı ışıklarının renk oyunlarına aldanmadan bir çırpınıştır, bir tutunuştur… Necip Fazıl için hayat memat meselesi olmuştur artık… Ve kuyunun dibini boylamaya ramak kalmışken birden bire yukarıya doğru duvarlara tutunarak çıkmaya çalışmanın, kurtulmanın başarısıdır bu çırpınış…
Hayatı boyunca sürecek olan bu bağlılık, onu 20. Asrın Türkiye’sinde zirveye taşır ve orada kalmasını sağlamayı başarır… Kolay iman ve bağlanış, bir inkâra dönüşebilir. Ama çile çekilerek erilen inanç, inkârların fırtınasına dayanıklıdır. Zelzele geçirmiş, sel baskınına uğramış, rüzgârlarla sarsılmış, yine de sapa sağlam yerinde duran bir yapı ile her türlü dış etkiden uzak veya yoksun tutulan bir yapıdır bu…
Hakikat, bir kere daha onun kulağına fısıldayacak ve diyecektir ki: "Yusuf gibi kuyunun dibine insen de orada Allah’a inanmayı ve O’nu anmayı unutma. El kervanlarına katıl, düşünce ve sanat oymaklarını kelebek gibi değil, arı gibi dolaş, karınca gibi bilgi harmanlarını arşınla. Ta ki çıktığın noktaya döndüğün zaman, mana gelini kendini teslim edinceye kadar…" Üstat, yüzünü Allah’a çevirmiş, başka bir dünya, başka bir iklim ve başka bir mevsim oluşmuştur artık onun için… Ve hayatının sonuna kadar sürecektir bu renkli ve iç açıcı mana dünyası...
Abdülhakim Arvasi’ye olan bağlılığına örnek davranışlarını anlatan aktaran ve somut delillerle kelime kalıplarına döken ve hayatının sonuna kadar Necip Fazıl’ın yanında yer alan Sezai Karakoç’un tanıklık ettiği üç ayrı anıyı paylaşalım.
Necip Fazıl, 1952 yılında cereyan eden ve tarihte ses getiren Malatya’da Ahmet Emin Yalman’a düzenlenen suikast nedeniyle tutuklanır ve bir yıldan fazla süren zaman içinde kaldığı Ankara’daki Hamamönü hapishanesinde Adnan Menderes'in emriyle tahliye edilir. Şimdi sözü Karakoç’a bırakalım. “Bir gün o sıralar Ankara'da bulunan kardeşimle birlikte hapishaneye ziyarete gittik. Elimizde torba içinde meyve, içeri alınmayı beklerken, birden, hapishanenin ana kapısı açıldı. Üstad ve birkaç kişi dışarı çıktı. Ben ilk anda bizi içeri almak için geldiğini sandım. Üstad: “Ooo! Siz misiniz? Siz de mi geldiniz?” dedi. O sırada bir taksi geldiğini falan sandım. Üstad, elimizde meyve torbasını görünce “meyve mi getirdiniz?” dedim. “Atın onu da taksinin arkasına” hep taksiye bindik. Ben şaşkındım. Üstad neşeli idi. Tahliye edilmişti. Hapishane Hamamönü’ndeydi. Ulus'a gittik Üstad, bir konfeksiyoncudan yeni elbise aldı, giydi. Oradan Cumhuriyet Yıldız Lokantası’na gittik. İyi bir Lokantası ile Ankara'nın. Osman Yüksel de beraberdi. (Hapishaneden itibaren mi, yoksa sonra mı aldık, bu noktada hafızamda karanlık duruyor).
Sonra, Üstat anlattı, meğer Üstad, hapishaneden Menderes'e mektuplar yazıyormuş, uzun süre hiçbir alaka görülmemiş. O son tahliye isteğinden önce, bir gün, birden Emniyet Genel Müdürü hapishaneye gelmiş. Müdür odasında Necip Fazıl Bey’le görüşmüş. Menderes'in selamını getirmiş. Üstadın tabiriyle, o sırada, idamını isteyen savcı, Genel Müdüre ve kendisine kahveyi eliyle taşıyor. Hapishaneden birden hava değişmiş. Üstad, o son tahliyesinin isterken tahliye edileceğini biliyormuş. Nitekim sonra mahkeme heyeti gıyapta, tahliyesine karar vermiş.
Biz ziyarete gittiğimizde tesadüfen Üstad da o anda tahliye olmuş. Üstad, “Nereden duydunuz da geldiniz?” diye hayret ediyordu. Bizim, tahliyesinden haberimiz olduğunu sanıyordu.
Üstad’la Abdülhakim Arvasi'nin Bağlum’daki mezarını ziyarete gittik. O zaman Bağlum’a bir dağ yolu vardı. Köy, o zamanlar çok fakirdi. Bir taksiyle mezarı ziyaretimizde birçok çocuk toplandı. Üstad onlara para dağıttı. Üstadın, oldukça duygulu olduğu gözlenebiliyordu tahliye sonrası. Avukatın yazıhanesinde namazını kılıyordu. Abdülhakim Arvasi'nin mezarını ziyaretimizde de kurumuş bir otu alıp koklayıp cüzdanının içine attı. Hatıralarını yaşıyordu sanki.”
Çok az insana nasip olacak tarzda Necip Fazıl’a karşı bağlılığını ve vefasını gösteren ve sürdüren Karakoç, başka bir yerde yine Necip Fazıl’ın Abdülhakim Arvasi’nin mezarını ziyaret etme macerasını şu şekilde kelime kalıplarına döker: “Necip Fazıl Bey, bir gece ansızın Bağlum'a, Abdülhakim Arvasi'nin mezarını ziyarete gitme kararı verdi. Şuraya buraya telefon etti. Bir tanıdığı arabasıyla gelirken yolda kaza yaptı. Üstad, gittikçe sinirleniyordu. Gidememeği kabullenemiyordu. Şeyhin bağlılarından biriyle telefonla konuştu. O zatın, gece kabir ziyaretinin mekruh olduğunu söylemesi üzerine gitmemizden vazgeçti Üstad. “Arabanın kaza yapmasındaki hikmet de anlaşıldı” dedi.
Üçüncü Bağlum ziyaretini de anlatan Karakoç: “Bir başka gün, gittik Bağlum'a. Tabii, gündüz saatlerinde. Ancak, çok kar vardı yollarda. Dönüşte arabamız kara saplandı kaldı. Biz arabayı kardan çıkarmağa çalışırken Üstad yürüyüp gitmiş. Uzun uğraşma ve iterek yürütmelerle arabayı harekete geçirdik. Bir müddet gittikten sonra üstadın, dehşet içinde, bizi beklediğini gördük. Meğer Üstad biraz yürüdükten sonra bir traktöre rastlamış. Binmesi için. dâvet etmişler, O da binmiş. Bir müddet gitmişler, traktör az kalsın bir uçurumdan yuvarlanacakmış bir ara. Üstad, kendini traktörden. Zor atmış Traktör de uçurumun ucunda kalakalmış. Üstad yürümüş gitmiş. Halâ yaşadığı panik anı üzerindeydi.”
Özleyiş ve bağlılık böyle bir şeydir. Engelleri tanımaz, gündüz demez, gece demez. Fırtına ve boraya aldırış etmez. İnanç, aşk ve sevinç çizgileri altın gibi parlar bu hayat sayfasının ortasında…