Uğultu girdabı konakta, on dört – on beşlik masum ve iptidaî, o da annesi gibi ümmî bakirenin hali?..
Konak, küçük beyin deli iradesine o kadar zebundur ki, o “götürün!” narasını basar basmaz kadıncağızı uzaklaştırmak ve “getirin!” narasında yakınlaştırmak üzere civarda bir ev tutmaya dek gidiliyor.
Bir gün endam aynası karşısında:
— Ben güzelim, ben güzelim, ben soyluyum!
Diye mırıldandığına şahit olduğum babam, istidadına malik bulunduğu halde olamamanın, yerini alamamanın hazin ve içinden mahzun örneği…
Babasının bir portresini çizen ve onu tasvir eden Necip Fazıl, bu konuda şöyle kalem oynatır: “ O, girdaplar çizen, her türlü nefis muhasebesine yabancı, ne yaptığını ve ne istediğini bilmez bir rüzgârdı ve ne durgunlaşabildi, ne de kasırgalaşabildi, satıh üstü esip geçti…”
Ruh yapısı çok farklı olan Abdülbaki Fâzıl Bey, evinden ve ailesinden oldukça uzak ve ilgisiz yaşamış birisidir. Onunla ilgili düşüncelerini üstat “Kafa Kâğıdı” ile “O Ve Ben”de epeyce anlatır. Bahriye’de (Heybeliada Deniz Harp Okulu) okurken bir hafta tatilinde kendisini Tepebaşı’nda Çardaş Fürstin operasına götürdüğünü söyler ve “babamdan gördüğüm bütün alâka bu kadardır” der. Bir de babası Fâzıl Bey’e yazdığı bir mektuba: “Ne de güzel yazın ve üslubun varmış! Cevabını verecek kadar oğlundan habersizdi.” Diyerek babasından sıcak bir alâka göremediğini bu buruk ifadelerle resmeder. Üstat, devamla babası Abdülbaki Fâzıl Bey’i şu cümlelerle anlatır: “Bahriye Mektebinden üç ayda bir çıktığım tatillerden birinde, babam beni, mahut Tepebaşı Tiyatrosunda “Miloviç”in “Çardaş Fürstin” operetine götürdü. O da kadının uzaktan uzağa âşıklarından…
Opereti tek seyredişte adeta ezberledim. Sonraları bando ve piyanodan dinlediğim bu operet bana öyle işledi ki, harfi harfine hafızama nakşettim.
Babam beni yanına oturtur ve (Çardaş)’ı söyletirdi. Mest, kendinden geçmiş, beni dinlerdi.
Babamdan gördüğüm bütün alâka bu kadardır.
Tiyatrodan eve dönerken bana dedi ki:
— Sen henüz kadınlık sırlarından anlayacak yaşta değilsin! Bak, şimdi eve gidiyoruz. Göreceksin, kapıyı anan açacak… Taşlıkta bir kenara çekilmiş bizi bekliyordur. İşte bu hal, kadınlık sırrına ters… Erkeğine bunca mahkûmluk gösteren bir kadında cazibe diye bir şey kalmaz… Kadın dediğin, tiyatroda bir örneğini gördüğün gibi, erkeği peşinden çekmeli…
Gerçekten kapıyı annem açtı. Uykusuzluk ve yorgunluktan gözleri mahmur… Babam ona tek söz söylemeden odasına çekildi. Kadın, her yerde, çeşitliliğine rağmen aynı mahlûk olsa da, bu misalde yine bir Doğu – Batı ayırımına mevzu teşkil ediyor ve fedakârlığını zillet diye gösteren bir telâkkiye çarpıyordu. Zira Türk Cemiyeti, eskiden tek mihrakta topladığı erkeğini ve kadınını kaybetme yolundaydı.” Baba Abdülbaki Fazıl, 25 Eylül 1909’da Hukuk Fakültesi’nden “iyi” dereceyle diploma alır. Bir müddet Cinayet Mahkemesi Kalemi’ne devam etmiş ve daha sonra 4 Ocak 1911senesinde Bursa Vilayeti İstinaf Mahkemesi yedek hâkimliğine atanmıştır.
Bu göreve atamasıyla ilgili bilgi veren Necip Fazıl: “Büyük babam, mirasyedi tavırlı, o zamanki adıyla “Mekteb-i Hukuk” (Hukuk Fakültesi) mezunu oğluna fena halde kızmaktadır. Bir işe girmiyor, bir baltaya sap olmayı istemiyor diye… Babasının ısrarı yüzünden nihayet razı oluyor, onu Bursa’da bir mahkemenin “aza mülazımı” (yedek hâkim) yapıyorlar.
Mudanya’ya kadar vapurla gidişimiz, oradan yaylı bir arabayla Bursa’ya geçişimiz, Nilüfer suyu kenarında bir ev tutuşumuz, suların devamlı şarkısı, kızıl hastalığına tutuluşum, “ha gitti, ha gidiyor” diye annemi üzüntüden üzüntüye sürükleyişim, iyi olduktan sonra soba başında derilerimi soyup çıkarışım ve istifa ettirilen babam (14 Şubat 1911) ve mahzun annemle İstanbul’a dönüşüm hep hatırımda…
Annem, kayınbabasının:
-Çocuğu götürmeyin!
Emrine rağmen, vermeyecek olurlara, intihar edeceği tehdidiyle beni zor kullanarak götürmüş ve işte şimdi mahcup ve ezik geri dönmekte… (Devam Edecek)