İslam toplumu için ilk ve temelli umutsuzluk, Peygamberin vefatıyla başlar. Devlet başkanlığı ya da Halifelik konusunda gündeme gelen tartışma ve ihtilaflar, daha sonraki çağlarda sürüp gider hep… Her ne kadar Emevi, Abbasi ve Osmanlı devletinde, istisnai bazı devlet adamları ve halifeler, iktidara gelip belli bir dönem için Müslümanlara mutluluk rüzgârlarını estirmiş olsalar da, toplumun yönetilmesi konusunda başlatılan tartışma, eleştiri ve münakaşalar, günümüze kadar sürmüş ve belki bundan sonra da sürecektir…
Sadece İslam tarihinde değil, Roma ve Bizans tarihlerinde de adı konmuş ya da konmamış gruplaşmaların da çok kanlı olaylara, ihtilallere, anarşi ve teröre ya da nice sert tepkilere yol açtığına dair somut örnekler, fazlasıyla tarih kitaplarına geçmiş ve buradaki yerlerini almıştır.
Bir ülke için en büyük talihsizlik, köşe bucağı şarlatanların ve demagogların kapmış veya kaplamış olmasıdır. Devlet başkanlığına yapışarak ve çıkmamacasına oturan kimselerin, deyim yerindeyse 404 gibi yapışıp başkanlığı ele geçiren başta kalanlar yanında, az da olsa devlet başkanlığına istekli olamayıp bu koltuğu bırakanlar da bulunmuştur zaman zaman…
Geçmişe doğru bir yolculuğa çıktığımız veya hâfızamızı tazelediğimiz zaman, riyasete yani devlet başkanlığını yapmaya istekli olmayan hatta hasbelkader bu makama getirilmiş olsalar bile, o makamı terk etmek isteyenlerin olduğunu görmekteyiz. Fatih’in babası II. Sultan Murad Han, bunlardan biri değil midir? Tahtını, oğlu Şehzade Mehmet’e bırakıp bir köşeye çekilip yaşamak istemedi mi?
Yaşlı, yorgun ve hatta büyük bir ruhi sıkıntı geçirdiği kabul edilen II. Murad, fethettiği bazı ülke ve antlaşmaların ardından, Osmanlı tarihinde, ne daha önce ve ne de daha sonra hiç eşi görülmemiş bir karar alarak tahtından çekilir. Ağustos 1444’te Mihaliç’te (Karacabey’de) bulunan hanedan çiftliğinde devletin ileri gelen idarecilerini ve askeri komutanlarını, yüksek ulemayı, kapıkulu (yeniçeri ve sipahi) subaylarını bir toplantıya çağırır. Bu toplantıda kendisinin bir köşeye çekilip dünya işlerinden ve eğlenceden uzaklaştığını ve Allah’a yöneleceğini bildirir. Edirne’den getirttiği oğlu II. Mehmet’in bu nedenle tahta geçeceğini ilan eder. Muradi takma adıyla şiirler de yazan Sultan’ın bu kararı hakkında şu şiiri oldukça anlamlıdır.
“Gerekdir-kim idem âheng-i uzlet
Koyub gayri tutam nefsi ülfet”
Bu feragat ve devir töreninin neden devlet başkentleri olan Edirne veya Bursa’da değil de hanedan çiftliği bulunan Mihaliç’te yapıldığının nedenlerini açığa çıkartabilecek bilgiler ve törenin ayrıntıları hakkında tarihçilerin elinde fazla bir belge bulunmamaktadır.
Tahtını on iki yaşındaki oğlu, ilerdeki yılların İstanbul Fâtihi Şehzâdesi Mehmet’e bırakan II. Sultan Murad’ın kişiliğini, karakterini ve sahip olduğu ahlaki durumunu incelediğimiz zaman, onda var olan bu özelliklerin, padişahlık makamına bir türlü ısınmadığını ve kendi rızasıyla bunu bırakma eğiliminde olduğunu görürüz.
Sultan II. Murad, on bir sene süren bir fetret ve yok oluş devrini nihayete erdirip kılıç yaralarıyla dolu bir bedenin ruhunu, erken denilecek bir yaşta gerçek sahibine teslim eden Çelebi Mehmet’in oğluydu.
Babasının nice canlara mal olan mirasını 18 yaşında devralmış, yorucu, koşucu ve düşmanlarının bile itiraf ettiği gibi dürüst bir siyaset yapmıştı. Peki, reisliği yani sultanlığı hiç düşünmeden oğluna nasıl bırakabilmişti? Evet, nasıl bırakabilmişti? Çünkü riyaset zevkini ikinci plana atabilecek ve hiçe indirecek bir iç âleminin sâhibiydi de ondan… Şairdi, âlimdi ve dervişti… Tahtını bırakmasını istemeyenlere söylediği şu sözler, onun iç âleminin zenginliğini anlatır: “Bunca demdir ibadullah için çalışıp İslâm’ı fitneden pak ve düşmanın hayatın çâk edip din ü devlet uğruna gayret eyledik. Bir müddet dahi hükümetten el çeküp kûşe-i inzivada pür huzur ve âsude hâl olmak hâtırdan geçer.”
Kısaca ifade edecek olursak II. Murad, sınıfına giren şahsiyetlerin siyaseti ve riyaseti hiç özletmeyecek mananın ağır bastığı bir iç âlemi vardı. Donanımları böylesine zengin, manevî değerlerle dolu bir iç âleminden mahrum olanlar, riyaseti kolay kolay bırakamazlar.
Çağlara göre yönetim modaları olmuştur hep. Bunlar, o çağlardaki toplumun yapısı ve dünya görüşüyle de ilgilidir. Bir çürüme, başıboşluk ve keşmekeşlik içine giren 18.yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu tahtında Padişah III. Mustafa (1717-1774) oturmaktadır. Normal bir devlette idarecilik ve düzen, halkın mutluluğu ve refahı içindir. Ancak baştaki bürokrat ve devlet adamları, kendi çıkarlarını önceleyerek devlet imkânlarını kullanırlarsa işte o zaman çürümüşlük baş gösterir ve yayılmaya başlar. “Balık baştan kokar” atasözü, tam da bu duruma uygun düşmektedir. Padişah III. Mustafa, çağındaki gelişmelere ayna tutarken, konuya açıklık getirerek devletin içinde bulunduğu hüzün ve ürkütücü duruma ayna tutar:
“Yıkıluptur bu cihan sanma ki bizde düzeleDevleti, çarh – i deni verdi kamu müptezele
Şimdi erbab – ı saaddette gezen hep hazele
İşimiz kaldı heman merhamet-i lem yezele.”
(Bu dünya yıkılıyor, bizde düzeleceğini sanma. Adi felek, devleti alçak kişilerin eline verdi. Şimdi mutluluk yolunda yürüyenlerin hemen hemen hepsi, alçak kişilerden meydana gelmiştir. İşimiz, Tanrı’nın merhamet ve acımasına kalmıştır artık.)
Sadrazam Ragıp Paşa, (1698 – 1763) ki- Osmanlının büyük bir kültür adamı, diplomat, şair, kütüphaneci ve başarılı tercümeler yapan biridir. III. Osman ve III. Mustafa saltanatlarında altı yıl iki ay yirmi sekiz gün sadrazamlık yapmış ciddi ve ağırbaşlı bir devlet adamı, öngörüsü oldukça güçlü olan bir idarecidir. Kendisi, devletteki çürümüşlüğe tanıklık eder ve “mülkü”, şeriatın kurtaracağından da pek umutlu değildir.
“Niceler eyledi kâmın bu cihanı tiz eleFeleğin devri mutabık yine bezm-i ezele
Sanma ey dil ki saadet bula bir dem hazele
Verdi Hallak – i cihan müptezeli müptezele.”
(Nice kişiler bu dünyanın zevkini ele geçirdi, ama dünya gene eski dünya ve kendi düzeninde dönüyor. Ey gönül, alçakların bir an bile mutlu olacaklarını sanma. Dünyayı yaratan, verdi alçağı alçağa.)
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, Hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında eğitimci, idareci, siyasetçi ve Sivas valisi olarak önemli devlet hizmetlerinde bulunan Reşit Akif Paşa’nın ( 1868 – 1924), Özellikle aşağıdaki şiirleri, riyaset aşkıyla delirmiş, hırs zincirlerinden boşanmış ve başkanlık hayalleriyle sarhoş olmuş devlet adamlarının, hırslarının ve gözü dönmüşlüklerinin, nerelere kadar uzandığını, nelere mal olduğunu çok güzel bir şekilde ifade eder:
“Adli yıkdık halkı mahv etdik siyâset nâmınaCism-i hürriyyet kefen-berdûş olup ahlâk ile
Defn olunmuşdur mezâr-ı ye’se devlet nâmına”
Cumhuriyet Dönemindeki Durum
Cumhuriyet döneminde, rejimin kurucusu da ömür boyu başkanlığını sürdürür ve ölümle ancak bu başkanlıktan ayrılır. Onun yerine has adamı ve yoldaşı İsmet Paşa geçer. Yüz yıldan beri, hep adâletle süslü ve ona dayanmış bir siyasetin değil de, nefis kuşunun oldukça azmanlaştığı, doyumsuz ihtiraslarını gemleyemediği, muhalefette iken mangalda kül bırakmayan, özgürlük, eşitlik ve insan hakları konusunda sınırsız vaatlerde bulunan, ancak iktidara geldiklerinde diktatörleşen siyasetçiler, sadece ülkemizde değil, Ortadoğu coğrafyasının her yanında görülmekte ve olağan hale gelmektedir artık… Başkanlıktan ayrılmaları, ya ölümle ya da zorla oradan indirilerek gerçekleşebilmektedir ancak…
Kurtuluş Savaşı kahramanı (!) İnönü, dalkavuklarının üzerine yapıştırdığı “Ebedi şef” veya “Millî şef” gibi unvanlarını o dönemde, daha ilkokul sıralarındaki öğrencilerin beynine zorla sokan değişmez başkanlığında, değişmemek ve o makamdan inmemek uğruna yıllarca ülke insanına neler yaşattığını, ibretle ve dehşetle görüp, bir gün mutlaka gideceğini ümit edip dua ederek bir beklenti içinde olanların sayısı az değildi…
1950’de, iktidara gelen Demokrat Parti’nin bir numarası yani Celal Bayar, ittihatçı ve mason olduğu için iktidarda kalabilmiş, Adnan Menderes ve arkadaşları ise, yaptıkları hizmetlerin mükâfatını, darağacında sallanarak ödemişlerdi.
İsmet Paşa’nın, daha sonra bir türlü bırakamadığı riyaset makamından kendi genel sekreteri tarafından nasıl uzaklaştırıldığını görmekten ötürü üzülenler de eksik olmamıştır elbet…
İsmet Paşa’dan beri devam eden “Benden başkası reis olamaz, içinizde en iyisi benim, en lâyık olanı benim” iddiasını ileri sürenler, yalakalığı âdet hâline getirenler, yolsuzlukların ayyuka çıktığı demlerde bile dilsiz şeytan gibi susanlar çoğaldıkça, daha uzun yıllar, İnönü gibi o makamda kalanlar olmuş ve olmaya da devam etmişlerdir. Bir kumpasla indirilene kadar siyaset sahnesinde kalan İsmet Paşa’nın hırs ve öfkesi, bu ülkenin bir gerçeği olarak ortada durmuş ve durmaya da devam etmiştir hep.
Kırk yıl, halkı uyutarak idare eden ve “dün dündür, bugün bugündür” sloganı arkasına saklanarak 7 kere gidip 8 kere gelmedi mi Süleyman Demirel? Arkasından Turgut Özal ve Necmettin Erbakan olmak üzere devletin başına geçenler, dışlanmış değerlerimizin, başta İslâm’ın evrensel prensiplerinin iktidara taşındığını düşündüğümüz dönemlere karşılık, kısa bir süre sonra kırılan ümitlerle perişan olan ve Müslümanlık bu mu? Diyerek kahrolanların sayısı da azımsanamayacak kadar bir çoğunluk oluşturduğunu söylemek de pek zor olmayacaktır.
Bazı gerçekleri daha açık ve net olarak söylemek, tarihi lekeleyen niyet ve eylemlerin karşısına çıkmak, bir insanlık borcudur…