Şakir Diclehan Yazdı; Hayalleri Zorlayan Bir Vefa Örneği: Sezai Karakoç-Necip Fazıl İlişkisi

İnsanoğlu, tohum, ağaç, çiçek ve yemiş zinciri içinde düşünmelidir hayatı her zaman… Nasıl ki, dört mevsim düzeniiçinde bahar, yaz, güz ve kışı...

İnsanoğlu, tohum, ağaç, çiçek ve yemiş zinciri içinde düşünmelidir hayatı her zaman… Nasıl ki, dört mevsim düzeniiçinde bahar, yaz, güz ve kışı bünyesinde barındıran doğa, sırayla bu mevsimleri yaşarken insanoğlu da adeta bu silsileyi izleyerek hayatı yaşamaktadır daima…

Hayat, tek düzeyde süren ve sürekli bahar mevsimini yaşatan bir olgu değildir hiçbir zaman… Hayat, hep bahar ve yaz değildir, kışı ve sonbaharı da unutmamak ve hesaba katmak gerekir.

Karakoç, Ankara’da Mülkiye’de, bugünkü ismiyle Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaktadır. 1952 yılında Malatya’da Vatan gazetesi sahibi  dönme Ahmet Emin Yalman’a birkaç el ateş açılır ve yaralanır. Bu olayın perde arkasında asıl tahrik edicisi -fikri planda- Bediüzzaman ve Necip Fazıl olduğu düşünülmektedir. Bediüzzaman göz hapsinde olduğu için bir kanıt bulunamaz. Ancak Samsun’da talebelerinden birinin çıkardığı dergi nedeniyle o da hapse atılır.

Malatya olayı, Demokrat Parti iktidarının kendini aradığı ve millet ruhunun bu iktidarda tecelli edeceği ve halkın, iktidara kendini empoze etmeyi belki pek acemice de olsa sınadığı o yıllarda, tüm umutları yıkan ve çökerten bir olaydı… Eğer Ahmet Emin Yalman ya da mensup olduğu cephe, bunu düzenlemiş olsaydı, ancak bu kadar başarılı olabilirlerdi ve sonuç devşirirlerdi kendi hesaplarına…Günlük gazetesi çıkmakta olan Necip Fazıl’ın böyle bir girişimde bulunmayı düşünmesi, çılgınlık olurdu. Bu olay üzerine gazete (Büyük Doğu) kapanmış, Türkiye’de tüm İslami yayın tatil edilmiş, İslami bir ideal olarak benimseyen herkes baskı altında kalmıştır.

Üstat Necip Fazıl, başka bir suç isnadı nedeniyle Üsküdar Toptaşı Cezaevi’ndedir o dönemde... Olayın arka planında, fikri hazırlayıcısı olduğu suçlamasıyla karşı karşıyadır, önce Malatya’ya götürülür ve oradan da Ankara’ya nakledilerek tevkif edilir.

Üstada derin bir bağlılık ve sevgiyle yüklü olan Sezai Karakoç, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaktadır. Düzenli olarak her hafta ziyaretine gitmekte ve üstadını yalnız bırakmamak düşüncesiyle hapishane görüşmesini hiç aksatmamaktadır.

Karakoç, o günleri anlatırken üzüntüyle kalem oynamakta ve şunları yazmaktadır: “Dava sürerken bizim Haziran imtihanları çıka geldi. İki ders yazılı olup “eleme” adını taşıyordu. Bu iki dersten toplam 10 alan, diğer derslerden sözlü imtihanına girme hakkını elde ediyordu.

Ben, imtihanlara girip versem, tatili geçirmek üzere eve gitmem gerekecek. İki yıl boyunca yeterli olan burs, artık kâfi gelmiyordu… Bu bakımdan, Ankara’da kalıp üstadı yalnız bırakmamak, hapishanede ziyaret etmek, bir isteği olursa yerine getirmek, davayı takip etmek için, mutlaka bir iş bulmam lazımdı.

Bir arkadaş, tanıdığı müsteşardan tavsiye mektubu alarak, sınıfımızda birkaç arkadaşın ve benim inşaatla ilgili bir müdürlükte işe girmemizi sağladı. İşe girmek için “form” doldurduk. Sanırım, bu Amerikan âdetini ilk uygulayan müesseselerden biriydi orası. Referans istenmesini de ilk kez görüyorduk. Biz, hepimiz bizi tavsiye eden müsteşarı ve tanıdıkları referans olarak verdiğimiz halde, bir arkadaş, referans olarak Başbakan Adnan Menderes ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri Kasım Gülek’i yazmıştı. Müdür o arkadaşı çağırmış,

-“Kendilerine sorabiliriz” demişti. O da

- “Sorunuz” demiş. Böylece işe girdik. Gece saat 12’lere kadar çalışıyorduk. İş yüzünden sözlülere girmedim.

Pazar günleri de Üstadı ziyarete gidiyordum. Bir buçuk ay kadar orada çalıştım. Boş zamanlarda kitap okuyordum. ŞantiyeŞefi, arkadaşlarla fazla samimi bir hava içindeydi. Benim bu havanın dışında olmam yadırganıyordu bazılarınca. Ama yine de çalışmalarımız sürüp giderken, Menderes'i, Kasım Gülek’i referans veren ve solcu olan sınıf arkadaşımız, şefe benim Necip Fazıl'ı hapishanede ziyaret ettiğimi söylemiş. Bu, bir nevi ihbardı. O zamanın zihniyetine göre benim bu hareketim korkunç bir şeydi. Şef bana, adeta sararmış bir şekilde: “Sen Necip Fazıl'ın hapishanede ziyaret ediyormuşsun. Müdüre söyleyeceğim. Burada çalışamazsın”.

Neden çalışamayacağı mı sordum. “Burada NATO'ya ait havaalanları projelerini çoğaltıyoruz. Siz Necip Fazıl'la Rusya'ya satabilirsiniz” demez mi? Çok canım sıkıldı.

Kendilerinin vatanı satabileceğini, bizimse vatan için ölebileceğimizi söyledim. Hemen istifa dilekçemi yazdım. İkimiz konuşarak müdür odasında nefes nefese beraberce girdik. O daha bir şey söylemeden, “burada bu gibi kişilerle çalışamayacağım” diyerek istifa dilekçemi verip çıktım. Böylece hem imtihanlara girememiş hem de işsiz kalmış oldum. Sonradan orda çalışan arkadaşlar gece mesailerini de aldılar.  Benim o hakkımda yandı. Bir buçuk ay kadar çalışmıştım orada. Sabahları herkes işe giderken biz Kavaklıdere'den eve doğru giderdik.

“Muhbirlik”, bir ülkenin ve toplumun yüz karasıdır, özellikle Türkiye Cumhuriyeti hayatında. Kendi ırkına karşı bir hıyanet içinde olanların bu yöntem yüzünden, nice evler viran ve harap olmuştur her zaman.

Karakoç, üstat Necip Fazıl’a olan bağlılığı, insan hayalinin sınırlarını zorlayacak türdendir. Bu konuda aynen şunları söylemektedir: “Yaz boyunca da hapishane ve mahkemeye gidip Üstadı izledim. Bir gün hapishane ziyaretinde nasılsa bir kavgaya karışmış Osman Yüksel'in (Serdengeçti) yara bere içinde kaldığını gördüm. Psikolojileri oldukça bozuktu hapishanedekilerin.Anlaşılıyordu ki en ufak bir ihtilaf, mahkûmların bir kavgasına bile yarışmalarına sebep olabiliyorsun.  Anlaşılıyordu ki en ufak bir ihtilaf, mahkûmların bir kavgasına bile yarışmalarına sebep olabiliyorsun.

Bütün bu olup bitenleri, bugünün şartlarıyla değil, o günlerde cereyan eden ve yaşanan olayların tarzına, şartlarına ve sınırlarına bakmak gerekir.

Hayat, bir bakıma yeni doğuşu sezmektir ve her zaman ona hazırlıklı olmaktır… Sezai Bey, düşünüyordu ve hayal ediyordu ki, birgün terazi, gelecek kefesine ağırlığını koyacaklarını beklemektedir... Yoksa geçmiş kefesi, kendi kendine yere doğru çöker. Bir yazısında şöyle diyecektir: Yıldızlar alçalır ve içimizden birilerinin ismini göğe doğru yükseltmek için kaparlar.

Kutlu adamların isminin… Onlardan biri de Bediüzzaman Said Nursi, biri de Necip Fazıl Kısakürek’ti. Çağa özgü yöntemlerle düşüncelerini dillendirmiş ve yeni bir kuşağın oluşması için mücadele etmişlerdi… Bu uğurda işkence, çile ve sıkıntı çekmiş fakat asla eğilmemişlerdi…

1940’lı yıllarda Allah demenin yasak olduğu dönemlerde ortaya çıkan ve büyük bedel ödeyen Bediüzzaman Said Nursi ve Necip Fazıl’ın başlattıkları ve sürdürdükleri mücadelede Sezai Karakoç, Said Nursi’yi takdir etmekle beraber, Üstat Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” hareketiyle ülkenin ayağa kalkabileceğine inanmıştı o zamanlarda..

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazarlar Haberleri